İngiliz Basını The Guardian
Çeviri: Burcu Anatay
22 Nisan 2008 Simon Tisdall
ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, geçtiğimiz hafta sonu Irak’ın başkenti Bağdat’ı ziyaret etti ve genelde bütün bölge ülkelerini, özelde ise Körfez devletlerini artık Irak’ın arkasında durmaları yönünde uyardı. Mazeretlerinin daha fazla kabul edilmeyeceğini belirtti.
Irak’ın komşularına borçların silinmesi, diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi, mülteciler ve sınırlar gibi meselelerde işbirliğine gidilmesi çağrısı yapan Rice, Irak hükümetinin, Sünnilerin yönetime daha fazla katılmasının sağlanması ve Şii milislerin ortadan kaldırılması gibi kendisinden istenen hususları yerine getirmek için büyük çaba sarf ettiğini ifade etti.
Rice, Irak’ın komşularını tabağı doldurmaları için uyarırken yalnız da değildi. Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da aynı sıralarda Katar’da Müslüman liderlere seslendi ve ortak bir tehdidin altını çizdi. “Terörün uluslararası bir boyutu vardır” diyen Erdoğan sözlerini şöyle sürdürdü: “Hiçbir ülke, terörün onlara dokunmayacağını söyleyerek kendisini uzakta tutamaz… Bölge ülkeleri bu konuda birbirlerine yardım etmek zorundadır.”
ABD’nin Irak’ta geçen sene gerçekleştirdiği asker artırımı öncesinde bir rapor yayımlayan Baker-Hamilton Irak Çalışma Grubu da, hem Irak’ın komşularının ülkenin rehabilitasyonuna daha fazla katılmalarının hem de George Bush hükümetinin hâlâ çekindiği bir konu olan ABD’nin İran ve Suriye ile doğrudan konuşmasının gerekliliğine dair ikazlarda bulunmuştu. Demokratların başkan adaylığı için yarışan Hillary Clinton ve Barack Obama da seçilmeleri halinde sorumluluğu bölgeye kaydırmayı planlıyorlar.
Ancak işin asıl zor tarafı, yerel güçleri de topla oynamaya ikna etmekte yatıyor. Rice’ın Kuveyt’te yine geçtiğimiz hafta sonunda düzenlenen Irak’a komşu ülkeler toplantısındaki tavrı şu şekilde özetlenebilir: Genel olarak Irak’taki güvenliğin gittikçe arttığı söylenebilir. Irak siyasetinde yeni bir merkez alanı ortaya çıkıyor; belkemiği Sünni blok tarafından oluşturulan Mutabakat Cephesi, Şiilerin öncülüğündeki koalisyona katılıyor. Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin, hem Basra’da hem de Irak’ın diğer yerlerinde Mukteda es-Sadr’ın Mehdi Ordusu milisleriyle karşı karşıya gelmekte gösterdiği isteklilik, onun Şii olmayan unsurlar arasındaki siyasi desteğini artırıyor. Ayrıca Ekim’de yapılacak olan yerel seçimlerin de Irak demokrasisinin daha da güçlenmesini sağlayacağı düşünülüyor.
Ancak Suudi Arabistan ya da Bahreyn’den bakılınca durum farklı görünüyor. İki ülkenin de en önemli endişesi, İran’ın Irak’ta devam eden, hatta gittikçe derinleşen nüfuzu. İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın geçtiğimiz aylarda Irak’a düzenlediği ve Amerikalı yetkililerin gizli, başları öne eğik vaziyette tamamladıkları ziyaretleriyle acı bir şekilde tezat teşkil eden gezisi, söz konusu nüfuzun sembolü durumunda.
ABD, Tahran’ın Irak’taki nüfuzuna karşı çıkmak için çok zayıf olduğunu fazlasıyla kanıtladı. Fakat Arap diplomatlar, Washington’un, iyice ortaya çıkan İran ile müzakere ihtiyacını kabullenemediğini dile getiriyorlar. Bush’un, Rice’ın ve Amerikalı komutanların İran hükümetine ve daha düşük bir derecede de Suriye’ye yönelik olarak sürdürdükleri sert sözlü düşmanlıkları da, dostluğa dayalı bölgesel bir işbirliğine ulaşılmasını iyice zorlaştırıyor.
Son zamanlardaki etnik ve mezhepsel uzlaşma işaretlerine rağmen, Sünnilerin yönetimindeki Arap devletleri de, Şiilerin liderliğindeki Irak hükümetine, onun Sünni azınlık ile ilgili tasarılarına ve uzun dönemli bölgesel görünümüne dair taşıdıkları kuşkularını halen sürdürüyorlar.
Bahsi geçen tereddütler, mülteciler ve borçların silinmesi ile ilgili görüşmeleri gölgeliyor. Daha geniş bir çerçevede bu devletler, yeni bir başkanın yönetiminde ABD’nin taahhütlerinin azalmasından korkuyorlar. Eğer Kasım’da denenmemiş bir Clinton ya da daha da kötüsü toy ve durmadan fikir değiştiren Obama başkan seçilirse, kazanan taraf kesinlikle İran olacaktır. Ne yazık ki kendi yönetimlerini ele almaktan yoksun olan Araplar için bu görünüm hiç ama hiç güven vermemektedir.
Tavsiye Et
Arap Basını El-Beyân
Çeviri: Hatice Boynukalın Şenkardeşler
22 Nisan 2008 Halid es-Sercânî
Türkiye’nin Avrupa Birliği rüyası, uzun süre gerçekleşmeyecek bir hayal olma vasfını koruyor. Türkiye’deki siyasi elit, periyodik olarak, bu ülkeyi içlerine almak istemeyen Avrupalı çevrelerin eline kozlar veriyor. Bu kozların sonuncusu, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin laiklik için bir tehlike addedilerek kapatılması istemiyle açılan ve Türk Anayasa Mahkemesi tarafından halen görüşülmekte olan davadır.
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan çevrelerin ileri sürdüğü iddialardan birisi, ülkedeki demokrasinin henüz istikrara kavuşmamasıdır. Parti kapatma davası, bu iddiaları destekler mahiyette. Türkiye, AB ile üyelik müzakerelerine başladığı andan itibaren ülkede, işin zorluğunu pekiştirecek adımlar atılıyor. Bu da AB’ye üyeliği beklemekte olan Türkiye’nin rüyasını neredeyse gerçekleşmesi imkansız bir hayale dönüştürüyor.
Türkiye’de AB’ye katılma konusunda aşırı istekli ve Avrupa kimliğini benimsemeye hazır bir kesime karşılık, AB üyeliğine karşı çıkan ve Türk kimliği ile ilgili siyasi, ekonomik ya da kültürel birtakım hedefleri bulunan başka iç güçler de mevcut. Yani Türk toplumunda AB üyeliği tartışmaları henüz sona ermiş değil. Üyelik müzakerelerine başlamış ve Kopenhag Kriterleri’ni uygulamaya koymuş olmasına rağmen Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği gecikebilir.
Türkiye’deki siyasi güçler genel olarak ülkelerinin AB’ye üyeliğini desteklediklerini belirtiyorlar. Üyeliğe karşı çıkan tek kesim olan milliyetçi partiler ise kimlik tercihinin Türk kimliği lehine sonuçlanması gerektiği görüşündeler. Ordunun da Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını söylemek mümkün; zira üyelik şartlarından biri, ordunun siyasete müdahalesinin engellenmesi. Türkiye’deki tarım, geleneksel sanayi gibi iktisadi sektörlerden bazılarının AB’ye üyelik sonucunda zarar göreceği de aşikâr. Tüm bunlar Türkiye’de AB’ye katılıma karşı çıkan akımların siyasi ve sosyal bir tabana sahip olduğunu gösteriyor.
Öte yandan Türkiye’nin İslami kimliğini öne çıkarması ve desteklemesi beklenen AKP’nin AB’ye üyeliği desteklediğini görüyoruz. AKP kendi çıkarları açısından Türkiye’nin AB’ye katılımını uygun buluyor. Zira bu katılım kendisine yönelik içerideki baskıların azalmasını da beraberinde getirecektir. Nitekim AKP iktidarı sırasında üyelik müzakereleri olumlu yönde ilerledi.
Geçmişte Türkiye’nin demografik özelliklerini Batı ülkeleriyle kıyaslayarak, Avrupa’nın Müslümanlaşmasına yol açacağı endişesiyle bu ülkenin üyeliğine karşı çıkan aşırı sağcı çevreler, İslami kökene sahip bir partinin iktidara gelmesi ile seslerini daha da yükseltmişlerdi. Şimdi ise Anayasa Mahkemesi tarafından görüşülen kapatma davası, Avrupalı liberal çevrelerin de endişelerini artırdı ve onları demokrasisi henüz olgunlaşmamış bir ülkeyi kendi aralarına almak konusunda tereddüde düşürdü.
AB üyesi ülkelerin durumu gözden geçirildiğinde, Birliğe yeni üye olan ülkelerin olumlu tutumları dışında, Türkiye’nin üyeliği konusunda, özellikle de Birliği kuran ülkelerin müphem ve bekle-gör şeklinde bir tavır sergilediklerini müşahede ediyoruz. Bu itibarla Türkiye’deki dengelerde meydana gelen en ufak bir sarsıntının, Avrupa’nın bu konudaki tutumunun tamamen değişmesine sebep olacağını tahmin etmek zor değil. AKP’ye yönelik olarak açılan kapatma davası bu sarsıntılardan biri olabilir ve AB hayallerinin tamamen yıkılmasına yol açabilir.
Bilindiği gibi AB, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin on yıl devam edebileceğini açıklamıştı. Şimdilerde Türkiye’de meydana gelen gelişmeler, söz konusu süreyi daha da uzatabilir. Bu da ülkenin sağlayacağı pek çok ekonomik kazanım ve imtiyaza mani olabilir.
Türkiye’nin AB üyeliği yolunun güllerle döşeli olmadığı ortada. Gözlemciler aksini söyleseler ve Türkiye’nin üyeliğinin tamamen kendi elinde olduğunu iddia etseler de bu rüyanın gerçekleşmesinin önünde birçok engel bulunuyor. Türkiye, AB rüyasını gerçekleştirmeye yaklaştıkça ülkedeki siyasi elit, işlediği yeni bir hatayla bu süreci ters yüz etmekte büyük bir başarı sergiliyor.
Tavsiye Et