Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2008) > Yüzleşiyorum > İslamî liberalizm, BOP ve tarih bilinci
Yüzleşiyorum
İslamî liberalizm, BOP ve tarih bilinci
Mustafa Özel
İDEOLOJİLER, göz kamaştıran neon ışıkları. O kadar aydınlatıyorlar ki, hiçbir şeyi göremiyorsunuz. Bilimle büyünün, dinle felsefenin acayip karışımı. İdeoloji hem bir ‘kafaya alma’ sanatı, hem bir mücadele silahı. Neye, nasıl, ne ölçüde yaradığını farketmeyenlerin elinde patlayan bomba. Masum görüntülü şeytan.
Liberalizm, ideolojilerin şahı. Kapitalizm bir toplum sistemi olarak varlığını devam ettirdikçe, bütün ideolojiler ona bakıp hizaya girdi. Hobbes ile Locke’ın modernlere armağanı. Bir de Spinoza’nın. Hobbes, bireyin kâşifi; Locke, mülkiyetin. Spinoza, libere bireyin politik ilahiyatçısı. Yahudilikten kovuldu, fakat Yahudiliği modern/liberal devletin norm ve ilkelerine uydurdu. Yeni bir arz-ı mev’ud sundu onlara: Din özgürlüğü, ticaret özgürlüğü, özgür olma özgürlüğü.
Liberalizm, kapitalizmin meşruiyet beratı. Son iki yüzyılın iki büyük düşünce ırmağı (ve iki büyük siyaset programı), sosyalizm ile nasyonalizm, liberalizme karşı başarısız protestolar. Liberalizmin özgürlüğü, uygulamada, kapitalist girişimcinin kolaylıkla mülk edinmesine yarıyor; toplumun büyük çoğunluğunun ise “zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyleri” kalmıyordu. Sosyalizm, bu mülkiyetçi kutuplaşmaya başkaldırıydı. Ulusçular, ana problemin sınıflar arasında değil, uluslar arasındaki çıkar çatışmasında yattığını söylediler. Serbest ticaret, eşit gelişme düzeyinde olmayan ülkelerden birini zenginleştiriyor, diğerini (görece) yoksullaştırıyordu.
Liberalizm ile diğer iki ideoloji arasındaki mücadele 20. yüzyıl Avrupası’nı kana buladı. Liberaller mücadeleden galip çıktı ve yüzyılın sonunda, diğer ideolojiler sahneden çekilince, tarihin sonunu ilan ettiler. Tarih güneşi, Batı’da batmıştı. Ya ‘Doğu’da?
 
İslamî Liberalizm Alır mıydınız?
Soğuk Savaş’ın son yılında, Amerikalı bir akademisyen (Leonard Binder) pat diye bir kitap yayımladı: Islamic Liberalism (Chicago University Press, 1988). Henüz Tarihin Sonu ilan edilmemiş ve Medeniyetler Çatışması başlamamıştı! Yirminci yüzyıl sosyal biliminin gözbebeği olan kalkınma teorilerinin Müslümanlarca nasıl ele alındığını tartışan yazar, İslam ülkelerinde siyasî liberalizmin başarı şansını araştırıyor ve istikamet telkin edici bazı öneriler sunuyordu. Temel tezi son derece çarpıcıydı: “İslam dünyasında güçlü bir İslamî liberalizm olmadan, burjuva devletleri ortaya çıksa bile, siyasî liberalizm başarılı olamaz.”
Neydi İslamî liberalizm? Binder’ın cevabı gayet netti: “Kutsal Kitaba dayalı geleneksel İslamî yönetim anlayışını temin eden, fakat aynı zamanda liberal siyasî uygulamaları İslam geleneğinin kabule şayan sahih bir yorumuna dayandıracak yorumcu bir çerçeve sunabilen anlayış.” Siyaset bilimcimiz, Fukuyama ve Huntington gibi tezgâhtarların aksine, asıl niyetini gizlemiyordu. Bugünün görevi, diyordu, “dinin, rakip bir toplumsal kuvvet tarafından kullanılmasına imkân verilmeden, burjuva ideolojisinin bir parçası haline getirilmesidir. İslam, liberal kapitalizmin yörüngesine sokulmalıdır.”
Binder, İslamî hareketleri gayet iyi incelemişti. Yükselen İslamî hareketlerin, keskin bir siyasî eylemcilik retoriğine rağmen, ideolojik yönden hâlâ bomboş olduğunu söylüyor ve sözünü şöyle bağlıyordu: İslamî hareket, liberal tasarı için hem bir tehlike, hem bir vaattir. Orta Doğu’da burjuva devletinin ortaya çıkışını besleyebilir de, engelleyebilir de. Hatta, İslamî hareket devleti ele geçirebilir, kitleler üzerindeki nüfuzunu daha da kuvvetlendirebilir ve burjuvazinin hegemonik gücü ele geçirme çabalarını kesin biçimde bloke edebilir. Yahut, bölgede liberal demokrasilerin gelişmesine yararlı olabilir.”
Müslümanları liberal demokrasiyi gerçekleştirme kapasitesine sahip bulan İslamî Liberalizm yazarı, onlara önce on maddelik bir amentü sunuyordu:
1. Liberal hükümet kesintisiz bir rasyonel (akılcı) söylem sürecinin eseridir.
2. Rasyonel söylem aynı kültürü, hatta aynı bilinci paylaşmayan insanlar arasında bile mümkündür.
3. Rasyonel söylem karşılıklı anlayışa ve kültürel uyuşmaya (konsensüse) yol açabilir, ayrıca tek tek meseleler üzerinde uyuşma sağlayabilir.
4. Uyuşma, istikrarlı siyasî düzenlemelere imkân verir ve tutarlı siyasî stratejilerin seçilmesinin rasyonel temelidir.
5. Rasyonel stratejik seçim, kolektif eylem sayesinde insanların içinde bulundukları şartları ilerletmenin temelidir.
6. Bu anlamda, siyasî liberalizm bölünme kabul etmez. Ya evrensel biçimde hüküm sürecek, yahut mantık dışı eylemle savunulmak zorunda kalınacaktır.
7. Orta Doğu veya başka yerlerde liberalizmin reddi bir manevî (ahlâkî) kayıtsızlık meselesi değildir.
8. Siyasî liberalizm, ancak toplumsal ve entelektüel ön şartlarının mevcut olduğu yer ve zamanda mevcut olabilir.
9. Bu ön şartlar Müslüman Orta Doğu’nun bazı kısımlarında mevcuttur zaten.
10. Bilinci İslamî kültürle biçimlenmiş insanlarla rasyonel bir söylem içine girmek suretiyle, o bölgede ve liberalizmin yerli malı olmadığı başka yerlerde, siyasî liberalizmin gerçekleşme ihtimallerini arttırmak mümkündür.
 
Örgütçü Mitlerin Marifetleri
Yukarıdaki siyasî-ahlakî-fikrî nizamnâme aklen kanıtlanabilir veya çürütülebilir nitelikte değildir. Belirli bir metafiziğe, belirli bir tarih yorumuna dayanmaktadır. Modern tarih yazımı bilinçle kurgulanmış örgütçü kavramlara dayanıyor. Bu kavramların mahiyetine nüfuz edilmedikçe dikkatlerin gerçekliğin hangi veçheleri üzerinde (ve niçin) odaklaştırıldığı anlaşılamaz. Tarihçi William McNeill’in kelimeleriyle: “Örgütçü kavramlar tarihçilere, tarihlerinden neleri dışlayacaklarını bilme imkânı verir. Böyle bir ilke olmadan, anlaşılabilirlik ortadan kalkar. Seçme yapmak, anlaşılabilirliği sağlar ve seçmeciliğin tutarlı olması için örgütçü kavramlara ihtiyaç vardır. Her şey, geçmiş hakkında sorulan sorulara bağlıdır; tarih belgeleri soru sormazlar. Sadece tarihçiler yapabilir bunu.” Wallerstein, McNeill’den bir adım ileri gidip, kavram yerine mit kelimesini kullanıyor. Ona göre tarihçiler eserlerini, onları biçimlendiren, onlara nüfuz eden veya onları temellendiren örgütçü mitler etrafında inşa ederler. Bu mitler, sınanabilir önermeler değildir. Modern tarih yazımı teolojiyi bir yana atmadı; sadece eskilerinin yerine yeni mitler ikame etti.
Avrupa’da tarih yazımı St Augustine’in İlahî Şehir’i yazmasından sonraki bin yıl boyunca Hıristiyan destanları tarzındaydı. Bu destanlara göre, insanlığın büyük bölümü putperest ve sapkındı; imana gelmeleri bekleniyordu. Zaten mit kelimesi de “Hıristiyanî doğrulara ters düşen” demekti. Siyasî yönetimler, bu büyük amaca hizmet ettikleri ölçüde meşru idiler. Spinoza, bu teolojiko-politik sorunu, siyaset lehine çözüme kavuşturdu. Sekülerleşme sadece dinî inancın mahremleşmesi, kişiye özel kılınması değil; siyasetin periferisine yerleştirilmesiydi. Liberalizm, dinin paranteze alınması ölçüsünde ete kemiğe büründü.
Kapitalizm küreselleştikçe İslamî, Konfüçyen veya Budist liberalizm arayışları hızlanacaktı. Amaç, Batı dünyasında olup bitenin Batı-dışı dünyada tekrarlanmasıydı. Liberalizm, baskı altındaki bireyin kendi özgürlük alanını genişletmesi olarak sunulmakla beraber; gerçekte hem ulusal hem küresel sistem içinde sürüp gitmekte olan kapitalist aktarım (sömürü) sürecini katlanılır kılma projesidir. İktisadî liberalizm, gerçekte piyasa düşmanı bir tekel düzeni olan kapitalizmi “serbest piyasa sistemi” olarak sunarken; siyasî liberalizm, bu tekelciliğin garantörü olan devlet yapılarının ve devletlerarası işbirliğinin meşruluğunu sağlıyor.
Serbest piyasa ile siyasî liberalizm arasında kurulan bağın hiçbir tarihsel temeli yoktur. Serbest piyasa, kapitalizm-öncesi bir çağda vücut buldu. Piyasanın, siyasî hürriyetleri teminat altına aldığı, çünkü onlarsız var olamayacağı iddiası da doğru değildir. Başta Hitler Almanya’sı olmak üzere, “20. yüzyılın kapitalist diktatörlüklerinin açıkça gösterdiği gibi, mübadele hürriyeti siyasî hürriyetlerin en ağır biçimde bastırılmasıyla tam bir uyum içinde olabilir. Piyasanın ihtiyaç duyduğu şey sadece mülkiyet ve sözleşme güvenliğini teminat altına alan tekbiçim bir hukuk sistemidir. Piyasa, liberal bir siyasî rejimde olduğu kadar, diktatörlük rejimi altında da etkin biçimde işleyebilir.” David Beetham bu sözleri 12 yıl önce yazıyordu (European Journal of Political Research, 23, 1993.) Çin’in son çeyrek yüzyıldaki kızıl kaptalizmi de onu doğruluyor.
 
Rasyonelin Değil, Makulün Peşindeyiz
Rasyonaliteyi mevcut kapitalist yapılanmayı, tekelci piyasa yapılarını ve onların garantörü konumundaki ulusal/küresel politik yapıları haklılaştırma ile özdeşleştiren liberal/neoliberal teorisyenler, Batı dünyasında miadını doldurmuş örgütçü mitleri Batı-dışı dünyaya ihraç ediyorlar. İslamî liberalizm de, bu yönelişin doğal bir parçasıdır. Binder ve “yurttaşlarının” hedefi açıktır: İslamiyet’i, rakip bir toplumsal kuvvete kaptırmadan, burjuva ideolojisinin bir parçası haline getirmek. Onu, liberal kapitalizmin yörüngesine sokmak.
Biçimsel rasyonalite, makuliyet ile aynı şey değildir. Makuliyet, sayısız “iyi” yönetim biçiminin mümkün olduğunu ve en sürdürülebilir siyasî yönetimlerin, empoze yönetimler değil, TARİH-COĞRAFYA-KÜLTÜR ile uyum içinde geliştirilen yönetimler olduğunu belirtir. Müslümanlar, çağdaş Avrupa’nın siyasî birikiminden yararlansalar bile, en iyi nasıl yönetilebileceklerine dair kararı kendileri vermek; “erdemli şehrin reisinin” şartlarını belirleyip, sonra da kendileri seçmek durumundadırlar. Buna hakları da, fikrî ve fizikî güçleri de vardır.
Binder, BOP’un 15 yıl önceden habercisi gibidir. BOP (Büyük Orta Doğu Projesi), yukarıdaki 6. maddenin ruhuna uygun bir girişim: “(Batı’nın dayattığı tarzda) siyasî liberalizm bölünme kabul etmez. Ya evrensel biçimde hüküm sürecek, yahut mantık dışı eylemle savunulmak zorunda kalınacaktır.” Gerçekten de, muhafazakâr etiketli Amerikan siyasî eliti, evrensel kabul görmekten uzak bir yaklaşımı “mantık dışı eylemle” kabul ettirmeye çalışıyor.
Bu süreçte, Müslümanların elini kolunu bağlayacak en önemli faktör, Batılıların askerî veya ekonomik güçleri değil, siyasî propaganda güçleridir. Bir yandan, birçok örgütçü mit sözlüğümüzün vazgeçilmez kelimeleri haline gelecek; diğer yandan, Müslüman toplulukların her girişimini Büyük Orta Doğu Projesi’nin bir parçası saymaya yöneleceğiz. Bu tutumların ikisi de felakettir. Biri sağlıklı düşünme yeteneğimizi, diğeri hareket yeteneğimizi iptal eder.
Liberalizm, demokrasi, sivil toplum gibi örgütçü mitleri tarihî bağlamları içine yerleştirmeden kullandığımızda, ister istemez idealleştirmek zorunda kalırız. Hayek çapındaki bir liberal, (çağdaş) demokrasiyi liberalizmin en büyük engeli sayarken; Wallerstein çapındaki bir toplumcu, liberalizmi demokrasinin en büyük düşmanı sayabiliyor. Biz hem demokrasiyi putlaştırıyoruz, hem liberalizmi. Gerçekte ikisini de tartışmadan kabulleniyor; Batı’nın bize biçtiği “deli gömleklerini” itirazsız giyiyoruz. Cemaatlerimiz bile birer STK (sivil toplum kuruluşu) olup çıktı.
Siyaset, esası itibariyle seküler yani dünyevî bir faaliyettir. Kişi ve grup çıkarlarıyla yakından irtibatlıdır. Ancak, siyaseti bir takım temel ilke ve değerler çerçevesinde yürütmediğiniz zaman, uzun ömürlü yapılar oluşturamaz, insanları huzur içinde yönetemezsiniz. İdeolojiler birer müsekkin; geçici rahatlık sağlıyor, etkileri geçince rahatsızlık büyüyor. Batı dünyası, önce dini (Kilise’yi) temel siyasî kurum haline getirdi; sonra dini siyasî hayattan bütünüyle dışladı. İfrat ve tefrit. İslam dünyasında ise din hep rehber oldu, siyasete yön verdi; ama hiçbir zaman Kiliseleşmedi. İnsanca bir yönetim için bu tarihî tecrübeyi önemsemeli; Batı’nın deli gömleklerini üzerimizden çıkarıp, kendi yolumuzu kendi kelimelerimizle bulmalıyız.

Paylaş Tavsiye Et