BU ülkede has yurttaşlara değil, çevreye ve oradaki “sözde vatandaşlar”a dayanarak iktidara gelen bir hükümetin işi zordur. Ayrıcalıklı konumunu kaybetmek istemeyen “eski sınıf”, onlara hiçbir zaman “evin oğlu/kızı” muamelesi yapmaz. Onları düşürmeye, olmadı sıkıştırmaya, “kurumlar”ıyla, bürokratlarıyla derin güçleriyle ve medyasıyla dar alanda siyaset icra etmeye zorlar. Sürekli izlemek zorunda olduğumuz bir gerilim filmi gibidir bu. Çevreden gelen hükümetler, kendilerine yetki veren dezavantajlı çoğunluğun ekonomik ve siyasi talepleriyle, sahip oldukları ayrıcalığı ne pahasına olursa olsun korumak isteyen bir zümrenin tepkisi arasında kalırlar. Önlerinde kabaca iki yol vardır: Değişime öncülük etmek veya statükoyla bütünleşmeye çalışmak. İkincisi boşunadır, çünkü siyasetin doğası buna izin vermez; kusurlu haliyle bile demokrasi, tabanın taleplerini siyasi sürece taşıması için onları zorlar. Bu anlamda en uzlaşmacı hükümetler açısından bile çatışma kaçınılmazdır. Demokrat Parti (DP)’den bugüne böyle olmuştur. Tabanın taleplerine rahatlıkla sırtını dönmeyi beceren Demirel gibi liderler bile bu gerilimin dışında kalamamış ve hukuk dışı yollarla devrilmişlerdir.
İlginçtir, asıl zor görünen birinci yol, yani değişime öncülük etmek, hem toplum hem de bu hükümetlerin kendi çıkarları açısından sağlıklı olandır. DP iktidarının ilk yılları, ANAP’ın ve AK Parti’nin değişimci oldukları birinci iktidarları, kendileri açısından hem kazançlı hem de daha güvenceli olmuştu. Çünkü demokratikleşmeye öncülük etmek ve reform yapmak, onlara egemen zümrede bulunmayan bir moral üstünlük verdiği gibi, statükoya toparlanma ve direnme fırsatı da bırakmıyordu. Asıl sorun, bu hükümetlerin bir yerden sonra, aşağıdan gelen ve kendilerini iktidara taşıyan dinamikle bağlarını zayıflatmalarıyla ortaya çıkıyor, iktidarın kendilerine kişisel olarak sağladığı maddi imkan ve statüleri korumak için gerginlik çıkarmaktan kaçınmak isteyen dar görüşlü hükümet üyelerinin ve partililerin telkinleriyle yanlış yola giriliyordu.
İçindeki İttihatçılığa Kulak Verme
Şimdi yine “çevre”den gelen bir hükümet var ve bir süredir yönünü aynı yanlış yola çevirmiş durumda. 27 Nisan Muhtırası’nı yaşamış olduğu halde, reformları durdurmuş, demokratikleşmeyi rölantiye almış bir hükümet olarak şimdi zamanında reform yapıp üyelerinin seçimi bakımından demokratik meşruluğa kavuşturmayı beceremediği Anayasa Mahkemesi tarafından yargılanıyor. Bugün artık o derin çetelerin kuşatmasını yarmaya çalışıyor, kapatma davası sürecinde onu büsbütün felç etmeye çalışan güçlerle boğuşuyor. Kararsız bir görünümü var. Bir yanı “manifesto gibi savunma” yapmak istiyor, diğer yanı statükoyu kızdırmamak.
Çelişkili siyasi tutum, çatışan siyasi değerlere aynı anda sahip olmaktan kaynaklanan sorunlu bir zihniyete işaret eder. AK Parti’de de baştan beri bu sorun var. Bir tarafı statükoyu aşmaya, toplumu özgürleştirmeye çalışıyor, diğer yanı statükoya itaat ettirmeye. Bir yanı ittihatçı gelenekten nefret ediyor, diğer yanı savaştığı zihniyeti içselleştirmiş durumda.
Bugün asıl tehlike, şimdiye kadar hep geri planda kalan ve demokratikleşmeye ancak sınırlı ölçüde engel olabilen unsurların, içinde bulunduğumuz süreçteki etkisinin artmasıdır. Bunda, hükümet içi sorunlar kadar, AB’nin yanlışları ve başörtüsü düzenlemesinde pek çok demokratın hükümeti yalnız bırakmasının da etkisi oldu. Bu yarı yolda bırakış, hükümetin iradesini kırdı, onun içindeki statükocu güdüyü uyandırdı.
Bugün Kürt sorununda siyasi ve kültürel haklar boyutunun konuşulmadığı, çözümün sadece ekonomik tedbirler boyutuyla gündemde olduğu; sivil anayasanın rafa kaldırıldığı; 301. maddenin yüzeysel bir biçimde “ıslah” edildiği; gayrimüslimlere yönelik vakıf sorununda sadece kısmi bir düzenlemenin gerçekleştirildiği bir ortamdayız. Demokratikleşme için gerekli irade zayıflamış görünüyor ve üstelik hükümet yanlış yola sapmanın göstergesi olan otoriterleşme eğilimleri de sergiliyor. Başbakan’ın Diyarbakır’dan gelen STK’ların temsilcilerinin anadilde eğitim talepleri karşısında takındığı yanlış tavır, 1 Mayıs’ta Taksim’in gösteriye kapatılması gibi yanlış uygulamalar bunun örnekleri.
1 Mayıs’ta Ne Yapılmalıydı?
Hükümetin 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasıyla ilgili attığı yanlış adımlar ve Başbakan’ın bu konuda gösterdiği katı ve keskin tavır, hükümetin içindeki devletçi-statükocu damarın özgürlükçü damarı yenilgiye uğrattığını gösteriyor.
Oysa demokrat bir hükümetin yapması gereken, Taksim’de gösteri talebini ne kadar anlamsız bulursa bulsun, o mekanın bir grup vatandaş için önemli olduğunu anlaması, Soğuk Savaş yıllarının zihinlerimizdeki enkazının temizlenmesine katkıda bulunması, bu talebe saygı göstererek ve gerekli önlemleri alarak meydanı açmasıydı. Ama öyle olmadı. Hükümet, 12 Eylül cuntasının “Taksim gösteri alanı değildir” şeklindeki “yüce buyruğuna” sorgulamadan iman etti; başörtüsünü yasaklayan “yüce buyruğun” da aynı cuntanın eseri olduğunu unuttu. Oysa meydanı açmak, ifade özgürlüğünün bir gereği olmasının yanında, Kemalizm’le malul Türkiye solunun rehabilitasyonuna da katkı sağlayabilirdi.
Bu konuda direten sendikalar gerçekten de kendisine derin güçlerce biçilen rolü oynamak istemiş olabilirlerdi. 28 Şubat sürecinde devletçi sermaye ile birlikte militarizmin sivil ayağını oluşturan beş sivil-toplum(!) örgütünden (beşli çete) birinin DİSK olduğunu elbette biliyoruz. Çağlayan’da Cumhuriyet mitingine katılıp halka karşı Türk bayrağı sallayan sendikanın bu role soyunması şaşırtıcı olmazdı. Ama böyle dahi olsa, bu durumda yapılması gereken, önlem alıp meydanı açmaktan ibaretti. Bu aynı zamanda siyaset sanatının da bir gereğiydi (siyasetin satranç oyununda olağanüstü önemli ve başarılı bir hamle olurdu).
Eğer AK Parti, bu yanlış yolda devam edecek olursa, varacağı yer önce Demirelvari siyaset, sonra da çöküştür. Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, hükümetin temel varlık ve meşruluk kaynağı, demokrasi, değişim ve toplumun oligarşiden demokrasiye geçiş talebine dayalı reform ihtiyacıdır. Bunu kaybettiğinde, sadece 1970’li yılların CHP’sinden hallice bir siyasetin temsilcisi olan Demirelvari siyasete savrulmakla, Adaletpartisileşmekle kalmayacak, iktidarı da kaybedecektir.
Bugün otoriterleşme eğilimine rağmen bile hükümetin en büyük avantajı, alternatiflerinin çok daha kötü olması. Böyle oldukça, eğer birileri tarafından faulle oyun dışı bırakılmazsa yine seçilebilir; ama ne fayda. Yine de henüz yanlış yolun başında ve yol yakınken “geri geri çıkabilme” ihtimali var. Ama doğrusu benim fazla umudum yok. Yine de “Çıkmamış candan ümit kesilmez” diyerek bitirelim.
Paylaş
Tavsiye Et