BİR işadamı arkadaşım, uluslararası bir şirketle önemli bir iş ortaklığı yapmak istiyordu. İşin kötüsü, aralarında sektör farklılığı vardı. Diyelim inşaatçı iken, otomobil işine girmek istiyordu. Oturup bir hafta alıştırma yaptık: Müzakere için gittiğinde, acaba hangi sorulara muhatap olacaktı? Kırk kadar soru belirleyip bunları kendimizce cevaplandırdık. Arkadaşıma bayağı güven geldi. Bu kadar alıştırmadan sonra, artık işi kotarmamak olmazdı!
Birkaç gün sonra Amerika’dan aradı. İş olmuştu ama, ilk soruda çuvallamıştı. Soru şuydu: “What is your exit strategy?” Çıkış stratejiniz ne? “Yahu Hocam, biz daha işe girmedik, adamlar bize çıkışı soruyor. Bereket versin iyi kıvırdım da, işi kotarabildim.”
“Maliyeti ne olursa olsun, Kuzey Irak’a girmek artık kaçınılmaz olmuştur!” tarzındaki değerlendirmelere bayılıyorum. Bunları yapanlar kendilerine aynı zamanda “ilerici, Batıcı, çağdaş” filan gibi etiketler takıyorlar. İlerici veya çağdaş olmanın ayırt edici niteliği rasyonellik yani akılcılık ise, kritik noktalarda nasıl böylesine irrasyonel olabiliyorlar? Yoksa bir kez “Ben çağdaşım” dedikten sonra, yaptığınız işler kendiliğinden akılcı mı sayılıyor?
Türkiye elbette Irak’a girebilir. Irak bizim yüz yıl önceki vilayetimizdir. Teksaslı kovboylar on binlerce kilometre öteden gelip giriyorlar da, biz niçin gir(e)meyelim? Fakat şu iki sorunun cevabını açık seçik veriyor olmalıyız: Niçin giriyoruz? Çıkış stratejimiz nedir?
Bu soruların makul cevabı “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” sloganı değildir. “Teröre karşı savaş” da tek başına inandırıcı bir gerekçe değil. Türkiye’nin bu hususta “üzerinde anlaşılmış” ne siyasi, ne de askerî bir stratejisi vardır! Bunu muhtelif iktidar odaklarının beyanlarındaki çelişkilerden ve açıklamalarının satır aralarından rahatlıkla okuyabiliyoruz.
Doğal Olmayan Sınırlar Korunamaz
Sadece Türkiye ile Irak arasında değil, neredeyse bütün Ortadoğu ülkeleri arasındaki sınırlar “gayr-ı tabii”dir. Sınırları çizen emperyal güçler, sorun çözmeye değil, kalıcı sorunlar üretmeye niyetli olduklarından, hudutları öyle bölgelerden geçirmişlerdir ki, iki taraftan da korunması imkansız olsun. El-Cezire’de konuşan Mesut Barzani, “PKK teröristlerini niçin yakalayıp Türkiye’ye teslim etmiyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyordu: “PKK bizim değil, Türkiye’nin sorunudur. Kendi teröristlerini kendileri yakalasınlar.” İyi ama, PKK’lılar sizin tarafta konuşlanmışlar. Ya onları kovun, yahut yakalayıp Türkiye’ye verin ki, terörizmi önleme hususunda samimi olduğunuza güvenilebilsin. Barzani’nin bu soruya cevabı ilginçti: “Siz o dağları gördünüz mü? Onlar kimseye ait değil. Bizim köy ve şehirlerimize zarar vermemek şartıyla, Türkler o dağları diledikleri gibi denetleyebilir ve teröristlerini yakalayabilirler.”
Burada maksadımız Barzani’nin sözlerini veya samimiyet derecesini değerlendirmek değil. Elbette kurt bir siyasetçi olarak “işine geldiği gibi” konuşuyor. Fakat coğrafyaya dair sözleri yanlış değil. Ulus-devlet yapıları sürüp gidecekse bile, bir gün mutlaka bu sınırlar değişecek, (gelişmeler Türkiye’nin lehine sonuçlanırsa) daha güneyden geçmek zorunda kalacaktır!
Ekim ayı içindeki üzücü çatışmalar, kabul etmeliyiz ki Türkiye’nin ciddi zaaflarının olduğunu gösteriyor. Deneyimli PKK timleri gerek öldürme gerek kaçırma tarzında olsun, Türk askerine ciddi kayıplar verdirtip, moral üstünlüğü ele aldılar. ABD’nin bu süreçte son derece küstah bir üslup takındığı da gözden kaçmıyor. Amerikan yetkililer, dilersek bize “doğru istihbarat” verebileceklerini dile getirip, Türklerin herhangi bir ciddi operasyon için doğru bilgi toplamaya bile muktedir olmadıklarını ima değil, alenen ifade ediyorlar.
Türk ordusunun sayı, yetenek ve eğitim düzeyi bakımından dünyanın en büyük birkaç silahlı kuvvetinden biri olduğuna kuşku yoktur. Fakat gerek silaha gerek istihbarata yönelik teknolojik donanımının hem yetersiz, hem de aşırı derecede ABD’ye bağımlı olduğu sık sık dile getiriliyor. Kuzey Irak’ta “ABD’ye rağmen” neler yapılabileceği, Türkiye’nin sadece askerî gücünü değil, aynı zamanda teknolojik seviyesini de test edecektir.
Millet Kimin Düşmanıdır?
Son beş yıla kadar, sadece Irak Kürtleriyle değil, neredeyse tüm Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimiz husumet esasına göre yürütülüyordu. Yüz yıldır belki ilk defa olarak “Komşu Ülkelerle Sıfır Problem” siyaseti benimsendi. Batılı (ve Batıcı) yorumcular hemen bunun “üstü örtük bir İslamcılık siyaseti” olduğunu dile getirmeye başladılar. Türklerin Müslüman toplumlarla her türlü yakın ilişkisinin tehlike kaynağı olabileceğine dair öylesine köklü bir anlayış var ki, bunlara komşularımızın yarıdan fazlasının Müslüman olmadığını (Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Ermenistan, Gürcistan…) söyleseniz bile, duymak istemezler.
Bu yaklaşımın emperyalist güçlerin amaçlarına hizmet ettiği açık seçik olduğu halde, maalesef sivil veya asker Türk bürokrasisinin önemli bir bölümünün kanaatlerini de yansıttığı görmezden gelinemez. Son zamanlarda ABD’nin takındığı tavır yüzünden bu çevreler bir ölçüde “Amerikan aleyhtarı” olmuş gözükseler de, gerçekte akılları (ve özellikle kalpleri) bir dönüşüm yaşamış değildir. Milletten çok, o emperyal merkezlerle duygudaştırlar!
Türkiye’nin PKK terörü bahanesiyle Irak bataklığına girmesi milli bir siyasetin ürünü olamaz. Beş yıl önce Türkleri yedeklerine alıp Irak’a girmeyi başaramayan güçler, şimdi onları tahrik ederek aynı sonuca tersten ulaşmak istiyorlar. Türkiye bir gün Ortadoğu’ya girecekse, bir işgal kuvveti gibi değil, işgalcilere karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı’nın başlatıcısı olarak girmelidir. Bunun gerçekleşmesi, asker/sivil bürokrasimizin Türk/Kürt/Arap ayırımı yapmadan, bütün bölge halklarını bir tek MİLLET olarak görmesine bağlıdır. Oysa ULUS olma sevdasıyla yüz yıldır kıvranan bürokrasi, dinî duyarlılığı olan, yani “milletten ulusa alçalmayan” herkesi düşman sayıyor.
On yıl önce yazdığım “Düşman” başlıklı bir yazıda (Yeni Şafak, 14 Mayıs 1997), 28 Şubatçı bürokrasinin “dindar insanları devlet düşmanı” ilan ettiğini, hiçbir nesnel gerekçesi olmayan bu ithamın maksadının “İsrail ile yapılan anlaşmaları, böylece Türk devletinin dünya sistemi içindeki yeni konumunu oldubittiye getirmek” olduğunu belirtmiştim. Sultanahmet Meydanı’nda toplanan yüz binlerce insanın “Çevik Bir, burası Türkiye, İsrail değil!” haykırışları hâlâ kulağımdadır.
Daha önceki bir yazımın başlığı ise “Millet kimin düşmanıdır?” şeklindeydi. Orada, Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyet’le devam eden bir bürokrasi-halk karşıtlığı olduğunu ve halktan giderek kopan, adeta bir gettoya kapanan bürokrasinin halkı kendine düşman olarak görmeye başladığını belirtmiştim. Ve iki tipik misal olarak, Mustafa Reşid Paşa ile İsmet İnönü’yü göstermiştim. Reşid Paşa, sadaretini İngilizlere borçlu olduğu için 1838 Ticaret Antlaşması’nın İngilizler lehine sonuçlanması için canla başla çalışmış; mevcut Osmanlı sanayisinin çöküşünü hazırlamıştı. İnönü ise, 17 Mayıs 1968’de Ulus gazetesinde yayımlanan hatıratında, şu itirafta bulunmuştu:
“İkinci İnönü Savaşları sırasında Bursa’dan geriye doğru göç eden ve içinde subay ve ailelerinin de bulunduğu bir kâfileyi durdurdum. Subayları bir kenara topladım. Dedim ki: İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilmelisiniz. Bundan başka, subay olarak da yerinizi bilmelisiniz. Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır. Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” Buradaki subay kelimesini bütün bürokrasiye teşmil edebiliriz. Dünyada kendi milletinin düşmanlığını kazanmayı başarmış tek bürokrasi herhalde Jöntürk artığı Cumhuriyet bürokrasisidir.
Bu yazının yayımlanmasının ardından Yalova’dan bir mektup aldım. Kurtuluş Savaşı gazilerinden Rasim Koçal’ın torunu Yakup Koçal, yukarıda sözünü ettiğim yazıya atfen şu açıklamayı yapıyordu: “Bürokrasimizin milletten ne kadar kopuk olduğu konusunda sizinle hemfikirim. Bu sürecin Cumhuriyet’le başlamadığı düşüncesindeyim. Köklerini saltanat/şeriat ayrımında bulabileceğimiz bu bürokrat/halk uyumsuzluğu bir gerçektir. Ama Kurtuluş Savaşı esnasında halkı mücadeleye davet etmek için milli güçlerin gereğinde provokasyon dahi yaptıkları bilinmektedir. İnönü’nün halkı ikna için gayret gösterilmesi gerektiğinin farkında olması ‘millet düşmanınızdır’ sözünü söyleten bilinçtir. Kurtuluş Savaşı’na yedek subay olarak katılan ve Burhaniye (Yalova) müfrezesi komutanlığı yaparak gazi sıfatıyla madalya sahibi olan dedem Rasim Koçal’ın çokça dinlediğim bir anısı şöyledir: Yalova’daki bazı Türk köyleri, İngilizlerin tehdidi ve kullandığı bazı Türk çeteleri yüzünden silah kuşanmaya çekinmektedir. Dedem bu durumu İzmit Komutanı, ki sonra Meclis’te ensesinden vurularak şehit edilen bir kahramandır, Halit Paşa’ya bildirir. Halit Paşa şifreli bir mesajla bir Türk köyünde içi boşaltılmış birkaç evin yakılmasını ve bunun, ‘Rumlar Türk köyü yakıyor’ şeklinde tüm Yalova’ya duyurulmasını emreder. Strateji başarılı olur ve geniş bir katılım ile milli mücadele hızlanır.”
Amaçlar her zaman araçları meşru kılar mı, bilmem. Fakat araçları meşru kılacak tek şeyin meşru amaç olduğuna kuşku yoktur. “Milli Mücadele” yani bir milletin tarih içinde varolma kavgası, onun varlık hakkını elinden almak isteyenlere karşı birçok hileyi doğal olarak meşrulaştırır.
Bugün de benzer hilelerin uygulandığına dair medyada çok sayıda iddia yer alıyor. Bunların bir kısmını komplo teorisi saysak bile, bir kısmının doğruluğu kuvvetle muhtemel. Fakat asıl soru şu: Bütün bunların uğruna yapıldığı meşru amaç ne? “Türk Milleti’nin tarih içinde varolması mı?” Hayır. Avrupaî tarzda kurgulanmış bir ulus-devletin korunması!
Ulus-devletler Korunamaz!
Asker, doğası gereği, muhafaza eder. Eline ne verilmiş, kendisine ne emanet edilmişse, onu muhafaza etmekle yükümlüdür. Onun için, askerler tarafından yayımlanan her bildiri veya açıklamada “Cumhuriyet’in, laikliğin ve ulus-devletin iç ve dış düşmanlara karşı korunacağı” vurgulanır.
Cumhuriyet ve laiklik, korunabilir şeylerdir. Biri bir yönetim şekli, diğeri yönetimin dinî referanslardan uzak tutulmasıdır. Fakat ulus-devlet geçici bir sosyo-politik kurgudur; belirli amaçlara hizmet ettikten sonra, istese de ayakta duramaz. Nasrettin Hoca’nın kar helvasıdır ulus-devlet; onu Avrupalılar icat etti; sonra vazgeçtiler. Elli yıldır kıta-devleti kurmakla meşguller; tıpkı 150 yıl önce Amerikalıların yaptığı gibi! Biz Amerikalılardan, Avrupalılardan daha mı akıllıyız?
Türkiye’yi yönetenlerin itiraf etmekten korktukları gerçek şudur: Asıl mesele PKK terörü filan değil, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıdır. Böyle bir devletin varlığı, zamanla Türkiye’nin iç istikrarına gölge düşürecek; ayrılıkçı eğilimleri güçlendirecektir.
Peki, Türkler ulus-devlet denen kar helvasını bu kadar ciddiye alırlarsa, Kürtler niçin almasınlar? O Türkler ki, bin yıldır Asya’nın ortasından Avrupa’nın ortasına kadar “nizâm-ı âlem”den sorumlu idiler. Şimdi ne oldu da “Avrupa artığı” bir organizasyon biçimine ölümüne sevdalandılar?
Türkiye, Irak’a girmelidir; Ortadoğu’ya girmelidir. Yeni bir fikrin, yeni bir ruhun, yeni bir politik örgütlenme modelinin müjdecisi olarak girmelidir. Türklerin yanı sıra, Arap ve Kürtleri de kucaklayan; Batı Asya halklarını insanca yaşatacak yerli bir oluşumun öncüsü sıfatıyla girmelidir. Dar ulus-devletçilik, daha doğrusu devlet-ulusçuluk, Türklerin elini kolunu bağlayan “kökü dışarıda” bir projeydi. Yeni millet-devletçilik kökü bu topraklarda, dalları bütün Mezopotamya’yı kaplayan yerli bir tasarım olacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et