ALİ Fuat Başgil, Türk demokrasisinin vicdanı. Yaralı bir mütefekkir, kararlı bir ilim adamı. Cesur ve tarafsız. Mağrur iktidara karşı başı dik, melun muhalefete karşı dili çevik. Başgil anlaşılsaydı, ne Eylül fırtınasına ihtiyaç olurdu, ne Şubat kasırgasına.
Türk demokrasisinin vicdanı, dedik. Demokrasi ne demek? Türk ve demokrasi kelimeleri -birer tarihsel varlık olarak- nasıl bir araya gelir? Demokrasi Yolunda (1961) başlıklı eserinde Başgil “demokrasinin bir sandık meselesideğil, zihniyet meselesi olduğunu; fert ve cemiyetçe demokrasi zihniyetini benimsememiş memleketlerde bu rejimin yerleşip kökleşemeyeceğini” vurguluyor. Bu yazının asıl konusu olan 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri (1966) başlıklı eserinde ise demokrasi özlemini şöyle dile getiriyor:
“O ne mesut ülkedir ki, orada salahiyetleri içinde, ifrat ve hataya düşmeden iktidarını kullanarak milleti idare eden ehil ve mutedil bir hükümet vardır. O ne mesut memlekettir ki, orada, ağır idare vazifesini yüklenenlere tavsiyeleriyle yardım eden, tenkitleriyle uyaran, yapıcı ve hüsnüniyetli bir muhalefet vardır. O ne mesut ülkedir ki, orada halka yol gösteren yüksek ahlaklı aydınlar vardır. Ve o ne bahtiyar ülkedir ki, orada her şeyden haberdar, fakat kanun dairesinde hareket eden ve hürriyetini maddi menfaatlere değişmeyen bir basın vardır. İşte sağlam ve sıhhatli bir demokrasinin esasları bunlardır. Bunlar Türkiye’de yoktu ve hâlâ da yoktur.”
Sağlıklı demokrasinin oy sandığından önce gelen dört esas şartını öğrenmiş olduk:
Ehil ve mutedil bir hükümet.
Yapıcı ve iyi niyetli bir muhalefet.
Yüksek ahlâklı aydınlar.
Çıkarcı olmayan bir basın.
Başgil, Türkiye’de sağlam bir demokrasiye giden yolu ilke olarak tıkayan ve Bu Ülke’de halka dayalı bir yönetim imkanını ortadan kaldıran 27 Mayıs darbesinden üç yıl sonra, İsviçre’de Fransızca olarak kaleme aldığı eserinde sadece geçmiş kırk yılın (1923-63) değil; belki bin yılın muhasebesini yapıyor ve gelecek yüzyıla dair ümit ve ümitsizliklerini okuyucuyla paylaşıyor. Aradan yarım yüzyıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, yukarıdaki dört unsurla (hükümet, muhalefet, aydınlar, medya) alakalı tespit ve değerlendirmeleri ne yazık ki geçerliliğini koruyor. Keşke korumasaydı ve bizler de bu bilgin hukukçunun kitabını bugün bir ibret dersi olarak okuyucularımıza yeniden sunmasaydık!
Halk DP’yi Niçin Sevdi?
Başgil, Demokrat Parti hükümetine karşı son derece nesnel. Hem övüyor, hem eleştiriyor. Övgüsü, Menderes’in kişiliğinden başlıyor: “Bilhassa Başvekil Adnan Menderes, halk arasında Atatürk’ten sonra, Türkiye’de görülmemiş bir itibar ve sevgiye mazhar olmuştu. Sevimli hali, daima gülümser yüzü ve büyük bir çalışma gücüne malik olmasıyla Menderes, halk kitlelerinin gözünde gerçekten milletin varlığını temsil ediyordu. Sık sık memleketin her tarafına yaptığı seyahatlerde halktan gördüğü hüsnükabul ve tezahürat bunun delili idi. Hülasa, mübalağasız ve bîtaraf olarak bugünkü Türk tarihinin, Atatürk müstesna, Menderes kadar sevilen, onun kadar halkın kalbini kazanmış bir devlet adamı kaydetmediğini tekrar etmekten hiç çekinmemelidir.”
Halkın Demokratlara sevgisinin diğer sebepleri şunlardı:
Din ve dil hassasiyeti: “DP iktidarı, ezanın Türkçe okunmasıyla ilgili kanunu kaldırarak, ezan Türkçe mi yoksa İslam ananesine göre Arapça mı okunsun meselesinde karar vermeyi din adamlarının salahiyetine bıraktı. Laiklik adına kaldırılan dinî eğitim ve öğretim ilkokulda dördüncü sınıftan itibaren ihtiyarî, yani çocuğun anne ve babasının isteğine bağlı olarak yeniden ihdas edildi. İnönü devrinde değiştirilen ve o şekilde tatbik edilen Anayasa’nın anlaşılmaz metni ilk kaleme alındığı zamanki haline getirildi.”
Ekonomik gelişme ve tarımda sanayileşme: “Türkiye’nin büyük bir kısmında ziraat orta çağ seviyesinde kalmıştı. Demokrat iktidar zamanında ziraat makineleştirildi. Devlet tarafından verilen krediler sayesinde bakımsız kalmış milyonlarca hektar arazi, hummalı bir faaliyetle traktör ve her çeşit ziraat makineleriyle sürüldü, ekildi ve işletildi. Hâsılatın bolluğu ile çalışmalarının mükâfatını gören köylüler Demokrat iktidarı methüsena ediyorlardı.”
Sanayide özel sektör hamlesi: “Sanayide de büyük bir gelişme göze çarpıyordu. Şeker ve çimento fabrikaları inşa edilmişti. Demokratların liberal politikası hususi sektörün teşebbüs hamlesini büyük bir ölçüde teşvik etmişti. Bu yüzden Türkiye’de tekstil sanayi o kadar gelişti ki, o zamana kadar bu endüstri sahasına giren malları ithal ederken, şimdi ihraç eder bir hale gelmiştik.”
Büyük şehirlerin imarı: “1955 senesinden itibaren girişilen bu büyük çalışmalar sayesinde, sokakları çamur dolu ve hâlâ ortaçağ manzarası arz eden bu şehirler, pırıl pırıl güneşli ve tertemiz caddelerinde ve asfaltlı yollarında seyrüseferin yapıldığı modern şehirler haline geldi. Binlerce köy içme suyuna kavuşturuldu.”
Türkiye’nin Cevherini İşleyemediler
1950 seçimlerinin sadece bir hükümet değişikliğini değil, kamu hizmetlerinin görülmesinde “yeni bir ruh ve metodu” getirdiğini vurgulayan Profesör Başgil’in DP hükümetine yönelik temel eleştirileri ise şunlardı:
Şeflik anlayışının sürdürülmesi: “Hakikatı söylemek lâzım gelirse, Dörtler (Bayar, Menderes, Koraltan ve Köprülü) yukarıda bahsettiğimiz ruh ve metodu getirmek için zaruri olan terbiye ve vasıflara, ne başta ne de daha sonraki hayatlarında sahip olabilmişlerdir. Bilakis, ayrıldıkları partiye (CHP) uzun müddet bağlı oluşlarının kendilerinde bıraktığı bu mağrur tavrı, hiç kimseye danışmadan düşünme ve karar verme tarzını henüz terk etmemişlerdir. İşte bu yüzdendir ki, iktidarda kaldıkları müddetçe yapılan her tenkidi umursamayıp bir tarafa atmaya çalıştılar.”
Partilere ve sivil toplum örgütlerine karşı duyarsızlık: “Millet Partisi 1951 yılına kadar pek mahdut bir önemi haiz iken, bu tarihten itibaren memleketin bazı bölgelerinde, bilhassa muhafazakâr muhitlerde genişleyip yayıldı. İleride rakip bir parti olabileceği kanaatini uyandıran bu gelişmeden endişe eden Menderes hükümeti, Millet Partisi’nin halkın dinî duygularını istismar ettiğini iddia ederek feshine ve şubeleriyle birlikte kapatılmasına karar verdi.” DP bununla kalmayarak Türk Milliyetçiler Derneği gibi kuruluşları da yersiz bahanelerle kapattı. “Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmasından sonra meydanı boş bulan CHP durmadan üniversite gençliği arasında çeşitli tahrik yuvaları kurdu. Bilhassa Devrim Ocakları, Mustafa Kemal Derneği gibi adlarla kurulan bu cemiyetlerin her birinin gayesi, üniversiteli gençleri İnönü’nün partisine sokmak idi.”
Sanayileşme ve imar işlerinde plansızlık: “1954 sonundan itibaren yaşanan birkaç senelik kuraklık memlekette umumi bir iktisadi kriz yarattı. İthal edilen traktör ve diğer ziraat makinalarının eskimesi ve bakımsızlığı zirai faaliyeti sınırladı. Bu traktör ve makinalar dışarıdan, bakım ve tamirleri için gerekli personel nazarı itibara alınmadan ithal edilmişti. (Böylece) liberal sistem yerini tahsis sistemine bıraktı. İç piyasada ilaç kadar zaruri olan maddeler bile bulunamaz oldu. Bu üzücü duruma bir çare bulacağı yerde Başvekil Menderes İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerin dev çapında imarına girişti.” Bu amaçla yapılan büyük çaptaki istimlâklarda ne karşılık ödendi, ne halkın uğradığı zararlar karşılandı.
Basına karşı gereksiz sertlik, askerlerle yeterli ve düzeyli ilişkilerin geliştirilmemesi, aydınlarla ilişkilerdeki kopukluk gibi hususlar da DP’nin büyük hataları arasında sayılıyor. Başgil özel bir toplantıda Menderes’e hitaben şunları söylüyor: “(Halkın verdiği destekten gurura kapılarak) memleketin profesör, yazar, gazeteci ve subay gibi uyanık ve faal kuvvetlerini idare etmeyi, kısacası, Türkiye’nin cevherini işlemeyi ihmal ettiniz.”
Gayrimeşru Muhalefet Geleneği
DP’nin 1950 seçim başarısı CHP’yi sarsmış fakat büsbütün ümitsizliğe düşürmemişti. Ne de olsa “nankör millet” yakın zamanda uyanır ve “ülkenin asıl yöneticilerini” yeniden iktidara taşırdı. Fakat 1954 seçimleri CHP’nin ümitlerini yerle bir etti: DP 504, CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi! “İşte bu seçimlerden sonra CHP artık meşru yollarla, yani demokratik seçim yoluyla iktidara gelemeyeceğini anladı. Bu sebeple, gayesine varmak için başka vasıtalar aramaya koyuldu.”
CHP’nin bu uğurda başlıca yol arkadaşları üniversite hoca ve öğrencileriyle basın mensupları oldu. Profesör Başgil 1954-60 arasındaki devreyi çok etkileyici bir üslupla tasvir ediyor. Anlattıklarının bugün yaşadıklarımızdan temelde farkı yok. Muhalefet liderlerinin demeç ve konuşmalarını, yazılı ve görsel medyanın haber ve yorumlarını üç gün dikkatle takip eden bütün şifreleri çözebilir. Kahramanlarımızın isimlerinde, ideolojik etiketlerinde değişme ve kaymalar olsa da, sonuç değişmiyor; millet iradesi aleyhine komplolar sürüp gidiyor.
Ali Fuat Başgil’in kitabı hakkında 1965 yılında, yazarına 29 yıl hapis istemiyle soruşturma açıldı. İddianamedeki şu satırlar, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıradaki okul müsamerelerini hatırlatmıyor mu? “Yazar aziz Atatürk’ün her milletin kendi dinini kendi diliyle öğrenerek ibadet etmesi düşüncesiyle dinde yapmak istediği reformu İsmet İnönü’ye mal edecek kadar ileri gitmiş ve büyük Atatürk’ün inkılâplarına dil uzatmaktan dahi çekinmemiştir. Teğmen Kubilay’ın uğradığı menfur tecavüzün sebeplerini unutmuş gibi gözükmektedir. 22 Ocak 1965 günü Kırkağaç’ın Karakurt köyünde vuku bulan ve milletçe büyük bir nefret ve üzüntü ile karşılanan olayın yine şeriat isteyen ve futbolun bir gâvur icadı olup oynanmasının günah sayılacağını iddia eden ve hatta hükümet kuvvetlerine karşı koymaktan çekinmeyen gerici bir zihniyetin eseri olduğu meydana çıkmıştır.”
27 Mayıs darbesi, DP hükümetinden önce, Türk insanının demokrasiye olan inancına vurulan bir darbe oldu. Darbeciler konumlarını pekiştirmek için, öğrenci ve hocalarıyla üniversiteyi kullandılar. Hukuk profesörleri darbeyi meşrulaştırdı; öğrenciler ise eylemleriyle darbeye uygun ortam hazırladılar. Aynı senaryo 12 Mart ve 12 Eylül müdahaleleri için de aşağı yukarı benzer biçimde sahnelendi. Her ikisinde de, darbeye zemin hazırlayan öğrenci, bilim adamı ve aydınların önemli bir kısmı acımasızca ‘harcandı’.
28 Şubat post-modern darbesi ve 27 Nisan e-muhtırası ise, demokratik düzene müdahalede yeni bir aşamayı temsil ediyor. Daha önceki müdahalelerin anahtar örgütü CHP idi. AKP’nin 2002’deki ezici üstünlüğünden sonra, sadece CHP değil, diğer ‘sağcı’ partiler de “artık meşru yollarla, yani demokratik seçim yoluyla iktidara gelemeyeceklerini” anladılar. Bu sebeple, gayelerine varmak için başka vasıtalar aramaya koyuldular. Hortlatılan ulusçuluk, bu girişimin zorlama ideolojisidir. Dindarlığa doğrudan karşı çıkamadıkları için, etnik bölücülükle irtibatlandırıp, güya vatan kurtarıcılığı yapıyorlar. CHP de, MHP de seçim meydanlarında geleceğe dönük herhangi bir projeden söz etmiyorlar. Görünürde tek sermayeleri var: Kuzey Irak’a girmek!
22 Temmuz seçim sandığından, sadece Türkiye’nin değil, tüm Ortadoğu’nun kaderine dair sonuçlar çıkacak. Mitinglerde büyük güçlere karşı slogan atanlar, içeride halka dayanan meşru hükümetleri zayıflattıkları ölçüde, ülkeye değil o büyük güçlerin projelerine hizmet ediyorlar.
Paylaş
Tavsiye Et