PAŞALAR konuştu, Kürt sorunu birkaç günlüğüne çözüldü. On beş yıl kadar önce, Süleyman Demirel başbakan iken de aynen böyle olmuş, MGK’da alınan bir karar gereği Demirel, yardımcısı Erdal İnönü ile beraber Diyarbakır’a giderek “Kürt realitesini tanıdıklarını” açıklamıştı. Fikret Bila’nın “olay yaratan” kitabının ardından Tempo’nun kendisiyle yaptığı söyleşide altını çizdiği gibi, “O açıklama kalın bir rapora dayanıyordu.” Rapor kalın, kafalar kalın, ruhlar kalın olunca, sorunlar çözülmez; kördüğüm olur. Kürt sorunutıpkı Türkiye-Irak sınırı gibidir. Genelkurmay eski başkanlarından Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı son derece yerinde bir ifadeyle “Bu sınır ileride sorun çıkarsın diye çizildi” diyor. “Bu sınır fiziksel bakımdan kontrol edilemez… Doğanın en vahşi olduğu yerden sınır geçiriyorsunuz.”
Aralarında eski bir devlet başkanımızın da bulunduğu emekli komutanların ‘itirafları’ aslında şu gerçeğe baliğ oluyor: “Türkiye ulus-devleti ileride sorun çıkarsın diye kuruldu. Bu devlet sosyal bakımdan kontrol edilemez… Toplumun en vahşi olduğu yerden sınır geçiriyorsunuz.”
Kürtlerin Başı Kel mi?
Fikret Bila şu gerçeği özellikle vurguluyor: “Askerin gözünde PKK birinci tehdit değil. Birinci derece, Kuzey Irak’ta Kürt devletinin kurulmasıdır. Sonra Kerkük’ün durumu ve (nihayet) PKK gelir.” Tuhaf değil mi? Ulus-devletlik iyi bir şey ise, topraklarımızın dışında yeni bir ulus-devletin kurulması bizi niçin kaygılandırsın? Her ulus kendi bacağından asılmıyor mu?
Asılmıyor. Alev Alatlı, “Ben bir Kürt Aydını Olsaydım” başlıklı yazısında, Kürt aydınının kendine dair ilk keşfinin dille irtibatlı olması gerektiğini söylüyordu: “Kimliğime ilişkin bu değerli ipucunun izini sürer, Kürtçeyi ‘İndo-Avrupa dil ailesinin, İndo-İran dalının İran dilleri alt-grubuna’ yerleştiren Batılı dilbilimcilerin eserlerini irdelerdim. İrdelediğim dilbilimcilerin anadilimi altında tasnif ettikleri ‘İndo-Avrupa dili’ sınıfının ideolojik bir ‘varsayım’dan ibaret olduğunu, böyle bir dilin varlığına ilişkin hiçbir bilimsel verinin bulunmadığını keşfetmekten büyük rahatsızlık duyardım. Rahatsızlığım ‘İndo-Avrupa dili’ konuştukları varsayılan ‘Aryan’ kavimlerinin bizzat kendilerinin de ideolojik bir kurmacadan ibaret olduklarını keşfettiğimde daha da artar; ‘ilk İndo-Avrupa dili’ ve ‘Aryan kavimleri’ icatlarının arkasında 19. yüzyıl İngilizlerini gördüğümde teyakkuza geçerdim.” (Zaman, 16 Kasım 2007)
Alatlı’nın bu hakimâne tespitlerinin hepsine katılıyorum. Ancak, meselenin “ele verir talkını” hesabına dönmemesi için, “Sen bir Türk Aydını Olsaydın”, Kürtler hakkında söylediğin hemen her şeyin Türkler için de söylenebileceğini pekâlâ görürdün dememiz gerekiyor. Günümüzde Kürtler, Türklerin 20. yüzyıl başlarında yaşadıklarını adeta tekrar ediyorlar.
Türkler, Osmanlı unsurları içinde ‘ulusluk’larını en geç keşfetmiş olanlardır. İmparatorluğun önce Sırp, Rum, Bulgar gibi gayrimüslim, sonra da Arap ve Arnavut gibi Müslim unsurları 19. yüzyılın muhtelif noktalarından başlayarak kendilerine kadim bir köken bulma arayışına girmişlerdi. Bütün bu köken arayışlarında “uzun süredir yerleşik hayata geçmiş ve verili bir coğrafî alanda kökleşmiş halkların” dil, din ve diğer kültür araçlarını siyasi egemenlik yolunda kullanma arzusu söz konusuydu.
François Georgeon’un işaret ettiği gibi, “Türklerde ise tarih araştırmaları onların Orta Asyalı kökenlerini ve tarihlerinin göçebe niteliğini ortaya çıkarıyordu. Türkler geçmişi kazdıkça, ulusal anavatanları olacak toprak parçasından uzaklaşıyorlardı. Türk milliyetçiliğinin ikilemi de buradan kaynaklanır: Tarihsel kökler mi, bir coğrafyada kökleşme mi? Mustafa Kemal, Anadolu’nun eski halklarının (Hititler, Sümerler) Türk olduklarını ileri süren ve böylece Türkleri eski Anadolu’nun tarihi içinde kökleştiren bir kuram oluşturarak Türklerin geçmişiyle coğrafyasını uzlaştırmaya çalıştı. Bugün Türkler bu kuramın yanlışlığını biliyorlar, ama bu durum onların köklerine ilişkin kültürel sorunu halletmiyor.”
Dinle Barışık Olmayan Milliyetçilik
Georgeon’un dikkat çektiği önemli bir gerçek şudur: Sırplardan Rumlara kadar diğer milliyetçilik hareketlerinin hepsinde din adamları ve dinî kurumlar neredeyse başrol oynamışlardır. Türk örneğinde ise “milliyetçilik ulusal gelenekleri sürdürmüş bir ruhban kesiminden veya bir kiliseden destek almadı. Tam aksine, Türk milliyetçiliği bir ölçüde dine ve özellikle de ulemanın Müslüman ümmetinin birliğini sürdürme iddiasına karşı çıkarak şekillenmek zorunda kaldı.” Ya o devirlerde nüfusun büyük bölümünü oluşturan köylüler? “Başka köylü dünyalarında görüldüğü gibi Türk köylülüğünün bir ‘milliyet bekçiliği’ rolü üstlendiği de söylenemez. Türk köylüsü kendini İslam’la özdeşleştirmeyi sürdürmüş ve Türk milliyetçiliğinin kazanmayı hedeflediği bir kesim olsa da, toplumsal ve kültürel açıdan sorunun dışında kalmıştır. ‘Türk milliyeti’ tasarısını destekleyenler, göreli olarak tecrit olmuş ve kitleden kopuk bir avuç bilgin ve aydındır sadece.” (Osmanlı-Türk Modernleşmesi, YKY, 2006.)
Alev Alatlı yazısının ikinci bölümünde bu bir avuç bilgin ve aydının kimliği hakkında, “ümmetçilikle ırkçı milliyetçilik arasında kalan” Şeyh Sait’in oğlu Ali Rıza Efendi’nin söylediklerini naklederek ilginç bir değerlendirmeye kapı açıyor:
“Oğlum, bak, Osmanlı’ya bir hal oldu, kendisine Türk demeye başladı. Bunu başlatan Sultan Abdülhamid’dir. Kürtler, İttihat Terakki’ye bunun için girdiler. Sonra bir de baktık ki, İttihat Terakki, Abdülhamid’den beter oldu… Anadolu’ya dönmeler hâkim oldu. Bu adamların ne Türk’le ilişkisi vardır, ne Kürt’le… Bu adamların hangisinin kökünü kazısan ya Yahudi dönmesi veya Kafkas, Kırım ve Selanik, Rumeli muhaciridir. Bu da bir tesellidir. Şükrediyoruz ki bunlar hakiki Türk ve Kürt değillerdir… Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hakim oldular. Temiz Türk halkını mahcup edip, utangaç duruma düşürüyorlar.”
Kökeni ne olursa olsun, bu bir avuç bilgin ve aydın, Thomas Carlyle’ın Kahramanlar modelini haklı çıkartırcasına, modern Türk devletinin fikrî ve siyasi çekirdeğini oluşturdular. Osmanlıcılık rüyasının gerçekleşmeyeceği çok erken fark edilmiş, Müslüman Arap ve Arnavutların devletten kopmalarıyla da ulemanın siyasi itibarı iyice sarsılmıştı. Böylece ‘Türklük’ bir aydın kurgusu olmaktan çıkarak, siyasi bir proje, bir kurtuluş ideolojisi haline geldi.
Türk Kime Denir?
Fakat Türk kimdi? Kestirme cevap: Türk devletinden yana olanlar! “Milliyetçiler, Türk etnisitesinden çok, devlet çıkarlarına göre düşünüyordular. Devletin teritoryal ve stratejik öncelikleri yanında, ulus ikincil bir öneme sahipti.” Georgeon, Yusuf Akçura’dan hareketle, milliyetçiliğimizin devlet-odaklı olduğunu belirliyor: Üç Tarz-ı Siyaset yazarı, Pantürkizm’in Osmanlı devletine ne kazandırabileceğini görmeye çalışır. Demek ki hareket noktası Türklük değil, devlettir. Bu metin Türk halklarının geçmiş ve geleceklerini yüceltmek yerine, Pantürkizm’in Osmanlı devlet çerçevesine katkısı hakkında akılcı bir düşünce sistemi sunar ve daha işin başında devletin ulustan üstünlüğünün kabul edildiğini gösterir.” Ziya Gökalp de farklı değildir. “Pantürkist tezlerle de arası iyi olan bu Türk milliyetçisi özünde kararlı bir Osmanlıcı olarak kalmıştır. Onun için ulusal topraklar Osmanlı devletinin topraklarıdır.”
Cumhuriyet’i kuranlar, devletin çıkarları uğruna sadece Panislamizm’den değil, Pantürkizm’den de özenle uzak durdular. Birincisinde İngilizleri, ikincisinde Rusları ikna ve tatmin etmeye çalıştılar. Sadece halifelik kaldırılmadı; Türk Ocakları da lağvedildi. Türk milliyetçiliği, Osmanlı’dan geriye kalanı muhafaza etmeyi stratejik öncelik sayan devletçi bir ulusçuluktur. Esas mesele devletin bekası olduğundan, Türk milliyetçiliği benim daha önce “daraltılmış ümmetçilik” diye adlandırdığım emsalsiz bir kurguyla noktalandı.
Türk Ocakları’nın 1924 Kurultayı bu bakımdan çok öğreticidir. Ocak Başkanı Hamdullah Suphi, konuşmasında şöyle diyordu: “Kütahya Ocağı bize soruyor: Boşnakları üye kabul etmeli miyiz? Başka yerlerde aynı soru Gürcüler, Çerkezler, Abazalar, Kürtler hakkında soruluyor. Demek ki, milliyet kavramına dayanan bizlerin Türk sözünden ne anladığımızı çok açık bir biçimde tanımlamamız gerekiyor.” Sinop delegesi de Kurultay’dan aynı soruya cevap verilmesini istirham ediyordu: “Türk kime denir?”
Oturum başkanı Ahmet Ağaoğlu, Türk kavramının açık olmadığını itiraf ediyor ve ekliyordu: “Zaten bu kavram açık olsaydı, ne Türk milliyetçiliği akımına, ne de Türk Ocakları’na gerek kalırdı.” Tarsus delegesi Niyazi Bey gibi bazı delegeler, halk yargısına güvenilmesini öneriyordu: “Halk tarafından Türk olarak kabul edilen kişi Türk’tür.” Bu görüşe itiraz edenler, Sinop’ta ahalinin Giresunluları ve Tatar muhacirleri Türk kabul etmediklerini; İstanbulluların ise İran, Azerbaycan ve Kafkasya asıllı Türkleri Acem saydıklarını dile getirdiler. Sonunda Türk Ocakları tüzüğünün üyeliği tanzim eden 5. maddesi şöyle ifade edildi: “Neslen Türk olan veya hars dolayısıyla tamamen Türk duygusu ve Türk dileği besleyen ve mazileriyle Türklüğe bağlı olduklarını ispat etmiş bulunan kadın ve erkekler Türk Ocakları’na aza olabilirler.” Türkçesi: Devlete bağlı olan, onun hakkında kötü duygular beslemeyen herkes Türk’tür!
Bu söylem “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sloganında nihaî ifadesini buldu. Kökeni ne olursa olsun, Türk olmaktan mutluluk duyacak herkes Türk’tü. Peki, vatandaş Türklüğü sevmekle beraber Kürt olmayı da sürdürmek isterse ne olacak? İşte bu, dar ulus-devlet anlayışı ile asla bağdaşmayacak bir şeydi. 1924-38 arası dönemde Ankara hükümetine karşı meydana gelen 18 ayaklanmadan 17’sinin Kürt kökenli olması bu bakımdan anlamlıdır.
DTP Kürtleri Temsil Etmez
Aradan üç çeyrek yüzyıl geçti ve paşalarımız bugün Büyük Hata’yı yüksek sesle itirafa başladılar: “Sorun henüz sosyal boyuttayken keşke bir şeyler yapılabilseydi. O zaman kendi dilleriyle konuşmak, kendilerini ifade etmek, kültürlerini yaşamak, folklorlarını oynamak gibi talepleri vardı. Biz öyle eğitilmiştik, öyle bir bakıyorduk ki olaya, sosyal faaliyetleri bile yıkıcı, bölücü faaliyetler olarak değerlendirdik. Ve o, resmî politika haline geldi, o yanlıştı.”
Osmanlı subay ve bürokratları da aynen böyle eğitilmiş olduklarından ne Arnavut ve Makedon, ne de Arap sorununa çare bulabildiler. Şükrü Hanioğlu’nun yerinde ifadesiyle, Osmanlı merkezi, değişen şartlar ve değerler çerçevesinde, çevreden kendisine yöneltilen talepleri cevaplamak şöyle dursun, kavramakta dahi zorlanıyordu. Toplumsal talepleri hakkıyla cevaplandırmadığınız zaman, karşınıza muhatap olarak halk değil, aşırı milliyetçi gruplar çıkar. Hanioğlu’nun Arnavut sorunuyla bağlantılı olarak verdiği örnek çok öğreticidir:
1908 sonrasında Arnavutların bazı kültürel taleplerine (Arnavutçanın kullanımı ve bu lisanın Arap alfabesi yerine Latin harfleriyle yazılması…) sert tepki gösterilir. Meb’usan’da Müfid Libohova Arnavutlar’a vurgu yapınca, Reis Ahmed Rıza Bey “Arnavutlar yok, Osmanlılar var!” diye çıkışır. Arnavut mebusun verdiği “Evet Efendim Arnavutlar var” cevabı daha sonra milliyetçiler tarafından slogan haline getirilir. (Zaman, 22 Kasım 2007) Özetle, merkez siyaset üretemeyince, kimlik siyasetçisi etnik milliyetçilerle önce çatışmak, sonra da onların talepleri peşinde koşuşturmak zorunda kalıyordu.
Türkiye Cumhuriyeti birçok alanda olduğu gibi bu alanda da Osmanlı’nın devamıdır. Seksen yıl boyunca yasakçılık bir siyaset sanılmıştır. Toplumun yeri geldiğinde “en vahşi” olan ve radikallerce kullanılan yanı dinî veya kavmî kimliğidir. Bu en vahşi noktadan sınır geçirmek, çözümü imkansız bir sorun yaratmaktır. Modern Türkiye devleti böyle bir sorun yaratmakla kalmamış; sonra onu yanlış muhataplarla çözmeye kalkmıştır.
Ne PKK ne de DTP tarzı örgütler “Kürtleri” temsil edebilir. Türkiye’yi yönetenler ulus değil, millet ve medeniyet perspektifli tanımlarla soruna yaklaştıkça, oluşturulan yapay sınırların nasıl ortadan kalktığı ve Türk ile Kürt’ün nasıl sadece yurttaş değil, aynı zamanda kardaş da oldukları görülür.