Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2008) > Yüzleşiyorum > Küreselci dünyanın ulusalcı Türkiye’si
Yüzleşiyorum
Küreselci dünyanın ulusalcı Türkiye’si
Mustafa Özel

ARALIK ayının sonlarında, Prof. Şerif Mardin ile bir İbn Haldun panelinde beraber olduk. “Modern Türkiye’nin yetiştirdiği en ünlü sosyolog” sıfatını taşıyan tecrübeli toplumbilimci, “Modern (veya endüstriyel) toplumda Müslümanlar olarak bir toplum teorisi ortaya koyamadık” dedi. Bütün yapabildiğimiz, “başka toplumların aydınları tarafından geliştirilen teorileri önümüze koyup, bu bizi şu kadar açıklıyor; şu ise açıklamıyor” tarzında tepkici bir tavırdan ibaret.
Konuşma sırası bana geldiğinde, Şerif Hoca’nın tahliline atıfta bulunarak, kendi toplum teorimizi ancak kendi klasiklerimize dayanarak kurabileceğimizi belirttim. Şerif Mardin’in de talebesi olan Prof. Ahmet Davutoğlu, Kuala Lumpur’daki Uluslararası İslam Üniversitesi’nde “Siyasi Düşünce Tarihi” dersini okutmaya başladığında bir şok yaşadığını anlatırdı. Davutoğlu, ilk gün, elinde Sabine’ın (çoğu Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulan ve bu amaçla Türkçeye de çevrilen) ünlü kitabıyla sınıfa girer. Niyeti, kitabı öğrencilere tanıtıp, onları ders programına hazırlamaktır.
“Sınıfa girer girmez ilk şoku yaşadım. Küçük bir Birleşmiş Milletler gibiydi sınıf. Çinli, Hintli, Arap, Afrikalı, Türk, İranlı, Bosnalı, hatta El Salvadorlu öğrenciler yan yanaydı. Kitabı çaktırmadan gizlemeye çalıştım. Çünkü “Siyasi Düşünce Tarihi” başlıklı bu kitap Platon ve Aristo ile başlıyor, orta çağları çok kısa geçerek Makyavelli’ye geliyordu. Ondan sonrası ise hepinizin malumudur: Hobbes, Locke, Hume, Montesquieu, Rousseau, Hegel, Marks… Bu kitabı okutmak, bu çocuklara “Siz tarihte yoksunuz. Atalarınız toplum yönetimi konusunda işe yarar hiçbir fikir üretmiş değildir!’ demekti.”
Davutoğlu hemen kolları sıvar ve karşılaştırmalı bir siyasi düşünceler tarihi ders programı hazırlar. Öğrenciler artık Makyavelli’nin Hükümdar’ını Kınalızade’nin Ahlak-ı Alai’siyle beraber okumaya başlamışlardır. Yıllar sonra, bu öğrencilerden biri ABD’de doktorasını tamamlayıp aynı üniversiteye öğretim üyesi olur. Artık Türkiye’ye dönmüş olan Ahmet Davutoğlu’na yazdığı mektupta yeni öğrencilerden şöyle yakınmaktadır: “Hocam, sizden sonra burası çok değişmiş. Şimdiki öğrenciler Kınalızade’yi bile tanımıyorlar!”
İbn Haldun veya Kınalızade Ali Efendi. Bize gerçekçi fakat sevgiye dayalı bir siyaset felsefesi sunan klasik bilginlerimize kulak vermedikçe, Avrupa’nın aramıza nifak ve nefret tohumları saçan ulusçu filozoflarının teorilerine mahkum olmaya devam edeceğiz. Şerif Mardin haklı. Kendi teorimizi, kendi kelime ve kavramlarımızla geliştirip, siyasetimizi de ona uygun hale getirmedikçe, toplumu bir arada tutan harcı zayıflatmış olacağız.

Küreselleşme, Kapitalizm, Liberalizm
Küreselleşme hem bir gerçeklik tespiti, hem bir hegemonik güç iddiasıdır. Bir takım iktisadi, siyasi ve kültürel süreçlerin bütün yerküreyi etkiler hale gelmesi anlamında bir realite; mevcut sistemin işleyişinden esas payı alanların değer ve ölçülerini ‘evrenselleştirmek’ anlamındaysa spekülatif bir iddiadır. Daha doğrusu, bir baskı aracı. Bu yönüyle küreselleşme yeni bir hadise değildir. Romalı tarihçi Polybius milattan iki yüzyıl önce Evrensel Tarih başlıklı eserinde şunları yazıyordu: “Önceleri dünyada vuku bulan şeylerin birbirleriyle rabıtası yoktu; fakat Roma İmparatorluğu’nun yükselişinden sonra bütün hadiseler ortak bir potada birleştirildi.” Fransız şair Paul Valery, aynı bakış açısıyla 20. yüzyıl başlarında “Bütün dünya işin içine karışmadıkça hiçbir şey yapılamaz artık” diyordu. Alman filozof Karl Jaspers ise 20. yüzyıl ortalarında felsefi çizgiyi çekiyordu: “Avrupa felsefesinin akşam kızıllığından dünya felsefesinin şafağına doğru uzanan yolun üzerindeyiz.”
Dünya 21. yüzyıla devasa bir küresel belirsizlikle girmiş olmasına rağmen (belki o yüzden), küreselleşme, dilimize sakız olup çıktı. Her yerde küresel değerlerden, dünyanın küresel bir köye dönüşmesinden, küreselleşen dünya ile bütünleşmekten söz ediliyor. Bana öyle geliyor ki, dünya sisteminin maruz kaldığı jeopolitik ve jeokültürel depremlerin zayiatını telafi için sığınılan bir limandır küreselleşme. Neo-liberalizm, bu limanın yeni tüzüğü.
Aydınlar genelde liberalizmin, kapitalist yapılar oluşmadan önceki hürriyetçi tarafını yüceltiyor, fakat onun kapitalizmin garantörü sıfatıyla demokratik talepleri nasıl manipüle ettiğini görmüyor veya es geçiyor. Klasik liberal düşünürler gerçekten liberal yani otorite karşıtıdırlar. Fakat kısmen hayalî bir dünyayı tasvir ediyorlar. Resmettikleri dünyada bireyler arasında büyük servet ve güç farkları yok, fakat bireylerle devlet arasında muazzam bir güç farkı vardır. Liberalizm, devletin güç ve yetkilerini sınırlama, bireyi devlete karşı koruma rejimidir. Bu son derece masum ve haklı tutum, kapitalist yapılar yerleştikten sonra masumiyetini yitirmiştir. Kapitalizm, servetin çok büyük kısmının çok az elde temerküz etmesidir. Bu temerküz, servet sahiplerine hiç şüphesiz büyük bir siyasi güç vermekte ve bununla servet sahibi olmayanları (yasal yollarla!) dize getirmektedirler. Liberalizm artık bireyi devlete karşı korumanın değil, devletin kapitalist ekonomiye sermaye sahipleri lehine müdahalesinin teorisidir.

Ulusalcılık Bir Prangadır
Küreselci dünyanın ulusalcı Türkiye’si tam bir yön şaşkınlığı içindedir. Ulusalcı siyaset anlayışını Jöntürkler’den başlatırsak, yaklaşık 100 yıldır sürdürülen çabalara rağmen Türkiye bir sermaye birikim odağı haline getirilemedi. Sermaye birikiminde başarılı olunsaydı, ulusçulukta belki bu kadar ısrarlı olunmayacak; tıpkı Avrupa Birliği’nin çekirdeğini oluşturan Almanya ve Fransa gibi, daha kuşatıcı stratejilere geçilecekti. Bu, Türkiye’nin güney, doğu ve kuzey-doğu istikametinde etki alanını genişletmesi demekti. Osmanlıların toprağa dayalı genişlemesinden çok daha etkili bir topraksız genişleme meydana gelebilirdi: Lübnan’dan Bişkek’e kadar!
Türkiye, kapitalist sanayileşmeyi başaramadı; fakat tipik bir çevre ülkesi de olmadı. Her şeye rağmen, güçlü ordusu, yarım trilyon dolarlık ekonomisi ve 200 milyar dolarlık ticaret hacmi ile ulusçu bir kalede zaptedilemeyecek kadar gelişti. Türkiye, batısını ve kuzeyini emniyete alarak, güneye ve doğuya doğru sınırlarını esnetmek zorundadır. Türkiye’nin tarihî, iktisadi, siyasi ve stratejik ‘derinliği’ bunu hem gerektiriyor, hem mümkün kılıyor. “Komşu ülkelerle sıfır problem” politikası bu yönde atılmış çok ciddi bir adımdır.
Türkiye’nin sınırlarını esnetmesi yeni bir fetih stratejisidir. Toprak kazanımını değil, ekonomik değer yaratımını gözeten bir fetih. Bu ‘rüyanın’ gerçekleşmesi için elbette önce Türkiye’de ekonomik değer yaratmaya elverişli bir ortama ve bu ortamın sosyal teorisine ihtiyaç vardır. İbn Haldun, böyle bir teori kurma sürecinde rehberimiz olabilir.
İbn Haldun klasik bir düşünürdür. Klasik, yani zamana dayanan; pabucu dama atılamayan. Tunuslu tarihçinin üretim, değer/fiyat, para ve bölüşüm ‘teorileri’ günümüz için çok değerli fikirler içeriyor. İbn Haldun, iktisadi ilişkilerin toplumsal bağlamını tartışırken, 18 ve 19. yüzyılın sosyolog ve ekonomi politikçilerine parmak ısırtacak bir kavrayış derinliği göstermektedir. Petty, Smith, Malthus, Saint Simon ve Marks’ın dile getirdiği sayısız fikrin sadece tohumlarını değil; bizzat olgun hallerini İbn Haldun’da bulabiliriz.
İbn Haldun’a göre, insanın bir dünyalı olarak gayesi üretim yapmaktır. “Allah Teâlâ insanı yaratmış, gıdasız yaşaması ve hayatını devam ettirmesi mümkün olmayacak surete ve biçime koymuş, fıtratı ile gıdasını aramayı ve kendisine tevdi edilen kudret ile bunu elde etmeyi ona belletmiştir.” (Mukaddime, Süleyman Uludağ çevirisi, I/213.) Üretimin gerçekleşmesi için bir takım faktörlerin bir araya gelmesi/getirilmesi gerekiyorsa da, ana üretim faktörü insan emeğidir. “Mal ve sermaye terakümü, emeğin değerinin terakümünden başka bir şey değildir. Esas olarak ortada emekten başka bir şey yoktur ve birikimden maksat da bizzat emeğin kendisi değil, (ondan hasıl olan değer)dir.” (II/695.) Üretim tek başına değil, sosyal bir örgütlenme sayesinde gerçekleştirilir. “İnsanlardan bir kişinin kudreti, muhtaç olduğu gıdayı tek başına elde etmeye kâfi gelmez. Yardımlaşma suretiyle, üretime iştirak edenlerin kat kat fazlasının ihtiyacını karşılayacak miktarda mal ve rızk hasıl olur.” (Mukaddime, I/213.) Her şey Allah’tan gelir; fakat birleşik emekler, herkesin ihtiyacından fazlasını üretir. Medeni hayatın kaynağı bu fazlalıktır. Onunla savunma, eğitim, sağlık ve diğer toplu ihtiyaçlar karşılanır.

Smith, Porter ve İbn Haldun
Bir ülke nasıl zenginleşir? İbn Haldun’un bu soruya verdiği cevap, Adam Smith ile Michael Porter’ın cevaplarını aratmaz niteliktedir. İbn Haldun’un yaklaşımı, 400 yıl sonra Adam Smith, 600 yıl sonra Michael Porter ve Paul Romer gibi iktisatçılar tarafından aşağı yukarı aynı kelimelerle tekrar edilmiştir. Smith’in Ulusların Zenginliği (1776) başlıklı eseri, ülke zenginliğini paraya (altın ve gümüşe) bağlayan Merkantilistlere bir tür reddiyedir. Konumuzla irtibatlı olarak, eserin ana fikrini şöyle özetleyebiliriz: “Bir ülkenin zenginliği eşittir: O ülkede emeğin üretkenlik derecesi çarpı üretken emek miktarı.”
Michael Porter, 1990 yılında yayımlanan ve Smith’in kitabına adeta nazire olarak yazdığı Ulusların Rekabetçi Üstünlüğü başlıklı eserinde, Smith’in formülünü inceltir: Bir ülkenin zenginliği rekabetçi üstünlükle sağlanır. Rekabetçi üstünlük eşittir: O ülke insanlarının yenilik yapma ve cihazların kapasitesini yükseltme kabiliyeti (“The ability to innovate and upgrade.”).
Paul Romer, 2004 yılında yayımlanan Sonsuz Hudutlar: Fikirler Ekonomik Büyümeyi Sürükler başlıklı eserinde, Smith ile Porter’ın düşüncelerini zirveye taşır: Elimizde mevcut olan fabrika veya çiftliklere, onların aynısından daha fazla katmak ülkeyi zenginleştirmez. Gerçek servet yaratımı, ister soya fasulyesi üzerindeki geliştirmeler gibi küçük, ister bilgisayar çipleri gibi büyük icatlar olsun, yeniliklerden gelmektedir. Ekonomik büyümeyi sürükleyen şey, fikirlerdir. Hükümetlerin takip edebilecekleri en önemli politikalar vergi ve harcamalarla değil, yeniliklerin hızını arttırmakla alakalı olmak zorundadır.
İbn Haldun’un bu bağlamdaki fikirleri ise şöyle özetlenebilir: Uluslararası (o zamanlar için, şehirler-arası) işbölümünün temeli tabiat değil, beşerî becerilerdir. Ekonomik gelişmenin motoru, şehrin fikrî ve tecrübevî altyapısıdır. Üretimin ana kaynağı, üretken emektir. Dolayısıyla, bir ülkenin ekonomik gelişmesini engelleyen temel husus, ülke ahalisinin emeğinin kalifiye olmamasıdır. Uluslararası işbölümünün esası doğal kaynaklar değil, yurttaşların becerisidir: “Bazı sanatlar bazı şehirlere mahsustur. İhtiyaç duyulan lüzumlu işgücü (a’mâl) bazı şehirlerin halkına mahsustur. Bu yüzden o şehirlerdeki halk, o işlerle meşgul olur, onunla ilgili sanatta maharet kazanır, bu gibi faaliyetler o şehir sakinlerinin hususiyeti olur… Geçim zaruretinin icabı olan sanatlar (terzilik, demircilik, marangozluk..) her şehirde mevcuttur. Refah ve onunla ilgili âdetlerin icabı olan meslekler ise sadece imaret cihetinden fazla gelişmiş, refah ve hadaretten çokça pay almış şehirlerde bulunur: Zücaciye, kuyumculuk, attarlık, bakırcılık…” (Mukaddime, II/683.)

Yeni Bir Asabiye
İbn Haldun sosyolojisinin temel kavramı olan asabiyeyi ekonomik gelişmenin psikolojik motoru olarak da kullanabiliriz. Asabiye, dayanışma ruhudur. “Beraber hareket etmezsek mahvoluruz!” psikolojisi. Mesela modern zamanlarda Japonya gibi bir ülkeyi adeta kanatlandıran şey, şu veya bu gizemli yönetim tekniği değil, güçlü Japon asabiyesidir. Nippon adlı televizyon dizisinin bir bölümünde mühendis Onno’nun serüveni anlatılmıştı. Onno, 1950’lerde Nissan firmasında çalışan teknik bir elemandır. Firmanın sabit yatırımları yetersiz olduğundan, üretimde kullanılan kalıpları sık sık değiştirmek gerekmektedir. Kalıp değiştirme işi yaklaşık 6 saat sürmekte, bu ise muazzam bir işgücü kaybına yol açmaktadır.
Onno ve arkadaşları birkaç hafta çalışarak bu işi sekiz dakikada yapmayı başarırlar. Tam bir beşerî mucize. Dizinin senaryosunu yazan ünlü sosyolog Ronald Dore, Onno’yu karşısına almış soruyor: “Bu kadar muazzam bir işi nasıl başardınız?” Onno tipik bir Japon gibi kıvırmaya başlıyor: “Aaa, çok çalıştık; sabahlara kadar uğraştık. Falan filan.” Japon toplumunu çok iyi tanıyan Profesör Dore, Onno’ya pabuç bırakmıyor: “Türkler, Araplar da çalıştı. Fakat bir tek siz başarılı oldunuz. Bu akıl almaz derecedeki başarıya sadece siz ulaştınız. Neden?”
Onno, yakasını kurtaramayacağını anlayınca ciddileşti. Gözleri daldı. Adeta vücut kimyasının değiştiğini hissettim. Gözlerini kısıp dedi ki: “Eğer bir ölüm kalım savaşı vermekte olduğunuza inanıyorsanız, akıl almaz işler yapabilirsiniz.”
Şerif Mardin’in Türklerin bir teoriye ihtiyacı var yolundaki haklı tespitini şöyle tamamlamak lazım: Türklerin bir teoriye ve onları Anadolu kalesine mahpus olmaktan kurtaracak inanç-temelli bir asabiyeye ihtiyaçları var. Ulusçuluğun mucidi olan Avrupalıların bile kurtulmak istedikleri ulusçuluk, Türkler için bir prangaya dönüşmüştür.


Paylaş Tavsiye Et