MAYIS 2004’te Avrupa’da Hollandalı yönetmen Theo van Gogh’un Submission adlı filmi gösterime girmişti. Filmin senaryosunu o zamanlar Hollanda vatandaşı ve parlamenter olan, fakat daha sonra yanlış beyanat verdiği için partisinden atılıp ABD’deki think-tank kuruluşlarına İslam dünyası ile ilgili “hizmet” vermeye başlayan Somali asıllı Ayaan Hirsi Ali yazmış ve filmdeki hikaye anlatımını da kendisi yapmıştı. Filmde şiddet gören dört Müslüman kadının hikayesi anlatılıyordu. Ayrıntılar bir yana film, Müslüman kadınların uğradığı şiddeti yorumlarken sanki böyle pratiklere yol açan bir dinî kültürün “kötücül” karakterini ortaya koyuyordu. Bu kadınların şiddete uğramalarının nedeni İslam kültürü içinde yaşıyor olmalarıydı, filme göre. Aslında böylece Batı kültür ve değerlerinin daha üstün olduğu da zımnen vurgulanmış oluyordu.
Bilindiği gibi bu film Hollanda’da yaşayan Müslümanların “Dinimize hakaret ediliyor” şeklindeki karşı çıkışlarına ve yönetmenin bir Müslüman genç tarafından öldürülmesine yol açmış; bunu takip eden gerilimli ortam, Hollanda yönetiminin çok kültürlülük uygulamalarında geri adım atmasına neden olmuştu. Son günlerde ülkemizde yaşanan bazı taciz olaylarının ele alınış şekli, bana birkaç yıl önceki bu olayı hatırlattı.
Somali asıllı Hirsi Ali’nin anlattığı kadın hikayeleriyle “İslamcı” bir gazetede yazan yaşlı bir adamın sapkın davranışına maruz kalan genç kızın (BM tanımına göre çocuk) hikayesi elbette birbirinden çok farklı özellikler arz ediyor. Benim zihnimin kurduğu ortaklık ise olayların benzerliğinden ziyade, bu olayların toplumda -tabii ki medya aracılığıyla- tartışıldığı dil. Aynen Hollanda’daki filmin yarattığı atmosfer gibi, birdenbire suçlunun/zanlının kimliği ön plana çıkarıldı Türkiye’de de. Laik/şeriatçı kutuplaşmasından medet uman siyasi hesap sahipleri, dinî kimliğini ön plana çıkarmasıyla irtibatlandırdı, sapkının davranışlarını.
Modern dönemin başlangıcından itibaren oryantalist gözlükle bakanlar için Müslümanların “geri”liklerinin göstergesi kabul edilen bütün klasik meseleler ortaya döküldü. Ne çok eşlilik meselesi kaldı, ne de küçük yaşta evlilik izni. Zımnen söylenen şuydu: “Bu sapkın davranışın arka planında İslam dini var.” Bu iddia çok açık dile getirilmese de karşı bir savunuyu ortaya çıkaracak kadar hissediliyordu. “İslamcı” denilen bazı kimseler aynen Hollanda’daki örnekte olduğu gibi “Dinimize hakaret ediliyor” gerekçesiyle her tarafından dökülen bir savunma dilinin içinde savruldular. Medya aynasının dışında görüntülere sahip olmadığımız için, sağduyulu ve kimlikçi bakışa mahkum olmayan yaklaşımlardan da haberdar olamadık. O yüzden buradaki değerlendirmelerin sadece olayın medyaya yansıyan boyutuyla ilgili olduğunun altını çizmemiz gerek.
Bir başka tacizcinin “ödüllü bir opera sanatçısı” çıkmasının yarattığı şaşkınlık da aynı yaklaşımdan kaynaklanıyordu. “Modern eğitim almış, modern bir hayat tarzına sahip, bu nedenle de köylüler, taşralılar, varoştakiler ve dinî hayat tarzına sahip olanlar gibi birtakım cinsel kısıtlamalar yaşamayan” bir kimseden değil, “daha muhafazakâr ortamlarda yetişmiş, cinselliği baskılanmış, toplumsal ve meslekî başarı elde edememiş” bir kimseden beklenebilirdi taciz, şiddet ve cinnet.
Peki, bu yaklaşım bize neye mal oluyor? Birincisi, medya bizzat haber konusu yaparak şiddetin artırılmasına katkıda bulunuyor. İkincisi, şiddetin bir türü olan tacizi modern toplumun şartlarından beslenen boyutlarıyla ele alıp tartışamıyoruz.
I-Günümüzde, gereksiz tekrarlar, aşırı duygusal yaklaşımlar ve insanın ruhunu karartmayı amaçlayan öyküsel anlatım nedeniyle, cinayet ve taciz olaylarının sunumunun kendisi bir şiddet haline dönüşmüş durumda. Gazete ve televizyon haberlerinin seyrine bir göz atıldığında, örgütlü şiddet (terör, savaş) haberlerinin seyrekleştiği dönemlerde bunun yerini bireysel kanlı tecavüz ve cinayet haberlerinin aldığı görülüyor. İbrahim Yıldırım’ın Bıçkın ve Orta Halli adlı romanında bir köşe yazarına yaptırdığı “obur toplum” yorumu tam da şu anki durumumuza karşılık geliyor. Yazar, toplumu ruhunu hayali kanlarla besleyen bir varlığa, gazeteleri de her sabah kahvaltı masalarımıza bırakılan kanlı biftek dilimlerine benzetiyordu: Artık “şiddet besinimiz çok daha iyi pişiriliyor, çok daha güzel süsleniyordu, dolayısıyla daha lezzetli ve çekiciydi...” Yani cinayet ve tecavüz olayları, bu şekilde bir izlenceye dönüştürülerek benliğimizin karanlık boyutuna hitap eden bir nitelik kazandı.
Ekonomik krizler, küresel ısınma, nüfus artışı, kıtlık beklentisi gibi hiçbir ciddi tehdit ya da felaket senaryosu insanı bireysel şiddete, özellikle de cinsel şiddete maruz kalmak kadar tedirgin edemez. Bu nedenle medyada “deprem geldi geliyor”, “ekonomik kriz vurdu vuracak”, “iklim değişiyor-kuraklıktan kavrulmamız olası” gibi haberler travmatik bir etki yapmazken sapık haberleri bir annenin gönlünü korkudan mum ışığı gibi titretebilir. Çünkü “elle gelen düğün bayram” denilemeyecek bireysel bir şiddet boyutu söz konusu, böyle durumlarda. Bu sebeple istatistikî olarak böyle vahim olayların artmasından ziyade bu olayların görsel bir izlence gibi sunulmasının, hem birey hem de toplum için daha tahripkâr olduğuna mutlaka işaret etmek gerekir.
II-Bu sunumların bize bir diğer maliyeti ise şiddetin bir türü olan tacizi sağlıklı bir zeminde tartışamıyor oluşumuz. Pek çok mesele gibi cinsel şiddetin de ahlak, sağlık, hukuk ve güvenlik gibi boyutları var. Bugün hukuk ve güvenlik alanında ciddi problemler söz konusu. Ama tartışmaların medyada cinsel şiddetin dinî-geleneksel kültürden kaynaklandığı şeklindeki kalıp yargılarla ele alınıyor olması, ahlak eğitimi boyutunun gündeme getirilmesini imkansız kılıyor. Çünkü ahlak dediğiniz anda seküler-liberal-özgürlükçü kültüre karşı bir eleştiri getirdiğiniz düşünülüyor ve bu “kısıtlayıcı” yaklaşımı telaffuz bile etmemeniz isteniyor sizden.
Bu yaklaşımı ifrat olarak nitelersek, diğer uçta, yani tefrit noktasında ise tacizi tamamen “teşvik edici” şartlara bağlayan, suçlu/zanlıyı tahrik kontenjanından temize çıkaran “ahlakçı” tavır alışlar yer alıyor. Mütecavizden değil, mağdurdan belli sınırlara uymasını beklediği için, ahlaki değil, “ahlakçı” diyoruz bu görüşleri savunanlara. Halbuki ahlak, asıl güçlü olandan -ki burada mütecaviz zarar verebildiği için bu konumdadır- beklenen bir haslettir.
İşte bu ifrat ve tefrit yaklaşımlar nedeniyle bir medya terörüne dönüşen cinsel şiddeti, isabetli bir dil ve zemin içinde tartışamıyoruz. Mesela cinsellik üzerindeki yasaklamaların gevşetildiği çağdaş “müsamahakâr toplum”un cinsel şiddetle alakasını gündeme getiremiyoruz. Çocukları cinsel istismardan korumak istiyoruz; ama küçük yaştaki kız çocuklarını “lolita” olmaya özendirici modaları ise ne yazık ki eleştiremiyoruz.
Paylaş
Tavsiye Et