2007 yılında cumhurbaşkanını halkın seçmesini sağlayan anayasa değişikliğinden bu yana iç siyasete hâkim olan hava tam bir eylemsizlik hali. Mezkur eylemsizliğin en derin tezahürü, siyasi yönsüzlük. Siyasi rotasızlığın kurbanları ise sırasıyla dış politika açılımları ve ekonomik büyüme oldu. Siyasi yol haritasını bir türlü çizemeyen, önüne çıkan engelleri etrafını dolaşarak aşan ve bu sebeple zamanını ve kendine güvenini kaybeden bir iradenin hızla kanıksandığı bir dönemden geçiyoruz. Türkiye’nin milli normalleşmesinin icbar ettiği ve vücuda getirdiği AK Parti iktidarı, menzilinin tafsilatı pek kolay olmayan bir “yol(d)a devam” ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin, AK Parti’yi kapatmayarak rehavet ortamını daha da derinleştiren kararı, Ekim ayıyla bir yılı aşan siyasi eylemsizliği tahkim eden bir hal aldı. AK Parti’nin siyasi eylemsizliğinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan metal yorgunluğu, kapsamlı bir medya kavgasıyla bir başka illüzyonun ortaya çıkmasını sağladı. Doğan grubuyla yaşanan tartışma, Türkiye adına büyük sorular sorması gereken hükümeti, yara almadan çıkamayacağı bir kavganın içerisine sokmuş oldu. Bu meşguliyet, netice alınacak olsa bile, hükümetin birinci dereceden meşgul olması gereken gündemleri ötelemesine, faturayı ise orta vadede ödemesine yol açabilir.
AK Parti hükümetinin en temel sıkıntılarının başında orta ve uzun vadeli siyasi rota çizimi ve maliyet hesaplamaları geliyor. Özelleştirmeler, 2005 Diyarbakır çıkışı ve anayasa değişikliği girişimi bu açıdan akla gelen ilk misaller. Bu üç akim kalmış ya da hadım edilmiş girişimin sonuçları, en azından önümüzdeki altı ayın gündemini şekillendirecek.
Mesela özelleştirmeler, neredeyse dogmatik bir neoliberal yaklaşım ve iştahla yürütülmek yerine, Türkiye’de özelleştirmeler sonucunda ortaya çıkacak sermaye haritasının muhtemel koordinatları stratejik bir yaklaşımla tahmin edilmeliydi. Böylesi bir stratejik egzersiz, sermaye birikimini ve ekonomi-politiğin gelecekte nasıl şekilleneceğini hesaplasaydı, bugün Doğan grubu tartışması başka bir düzeyde yaşanıyor olacaktı. Hatta Irak politikamız bile farklı bir düzeyde olabilirdi. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Türkiye’nin önemli bir kamu iştirakiydi. Entegre bir şirketti. Petrol arama, benzin istasyonu, rafineri ve kimya sanayi yatırımlarıyla küresel bir oyuncu olma potansiyeline sahipti. Özellikle entegre petrol şirketlerinin inanılmaz prim yaptığı 2001 sonrası dönemde hayati bir rol oynayabilirdi. Lakin bu entegre şirketin, benzin istasyonları Doğan’a, rafinerisi Koç’a, kimya sanayi de Oyak’a satılarak entegre yapısı tahrif edildi. Bu tahrifatın ardından geriye kalan petrol arama birimi de, entegre yapısı olmayan anlamsız bir şirket olarak, kendisine Japonya’dan entegre ortaklar bularak Irak’ta ihaleye girme şartnamesi arar bir hale düştü. Mezkur özelleştirmeler derin bir neoliberal menkıbe merkezli metafizik gerilimden kaynaklanmadıysa, “beslenenler”in gün gelip “göz oymayacağı”nın teminatı var mıydı? Elbette yoktu. Sonuç: “411 el kaosa kalktı”, “Sakallı ve bıyıklı adamı çalıştırmam” ya da “Hükümet özelleştirince vatanı satar, biz Fransızlara satınca ulusalcı yatırım olur!”.
2005 Diyarbakır açılımıyla, liberal kimlik siyasetinin Türkiye’nin asırlık yüklerinin bir sonucu olarak kangren haline gelmiş Kürt meselesine keramet düzeyinde çözüm önerisi olan “alt-üst kimlik siyaseti” gündeme getirilmişti. Kürt meselesine siyaseten en sorunlu yaklaşımın tam da merkezi sayılabilecek kimlikçi çözümleme, sadece soruna milli normalleşmemiz içerisinde realist bir yaklaşımı engellemekle kalmadı, ileriye yönelik açılımların da önünü büyük ölçüde kapamış oldu. 22 Temmuz seçimleriyle AK Parti’nin Türkiye’nin her yerinden oy alabilme yeteneği ortaya çıkmasaydı, Kürt meselesinde siyaseten iflasın eşiğinde olacaktık. Hükümetin önünü açamadığı normalleşme siyasetini, millet oylarıyla açıp bir kez daha AK Parti’ye sorumluluk vermiş oldu. AK Parti’yi milli güvenliğin teminatı haline getiren, sivil-asker ilişkilerinde Cumhuriyet tarihinin, belki de, en olumlu sayfasının açılmasını sağlayabilecek Kürt meselesi siyaseten yönetilmeyi bekliyor. Yeni komuta kademesinin olumlu bir rol oynayabileceğinin işaretlerini aldığımız bir dönemde bu imkan en verimli şekilde kullanılmalı. AK Parti’nin yeni dönemi bir fırsata dönüştürebilmesinin yolu ise öncelikle nokta atışı anayasa değişikliklerinden geçiyor. Özellikle parti kapatmanın Meclis iradesine bağlandığı bir anayasa değişikliğiyle, yerel seçimler öncesi provokasyonların önüne geçilmeli. Aksi takdirde DTP’nin kapatıldığı ve yerel seçimlerde Diyarbakır’ın Kürt meselesinin psikolojik eşiği olarak kalmaya devam ettiği, AK Parti’nin bir başka dava ile tehdit edilmeye devam edildiği bir ortamda, milli normalleşmeye yönelik ciddi adımların atılması imkansız hale gelebilir.
AK Parti hükümeti döneminde sadece “AK Parti iktidarda kalsın ama bizim oyumuz CHP’ye” diyen, Amartya Sen’in “rasyonel ahmaklar” şeklinde tarif ettiği beyaz kapitalistlerimiz büyümedi. AK Parti sosyolojisinin bir yerlerinde olduğu farz edilen “yeni bir sınıf” da türedi. Adeta, bir köle tüccarı olan Robinson Crusoe gibi, yıllarca sermaye biriktirmenin anlamsızlığı içerisinde kıvranarak kendilerini metafizik gerilime veren bu kitle, AK Parti’yle beraber Cuma’larına kavuştu. Crusoe’nun Cuma vasıtasıyla sermayesine “sosyal bir bağlam” (capital as a social relation) katması gibi, AK Parti’yle beraber sermayeleri sınıfsal bir kilide kavuştu. AK Parti meşru sınırlar dışarısına çıkabilen bu türedi sınıfa her kapı açışında, sırtına bir küfe daha almış oldu. Oysa Cumhuriyet tarihinin en geniş sosyal hareketi, memleketi yatay kesebilen tek sosyolojiyi kendisine taban yapmayı başarmış olan AK Parti’nin, Ebuzer ismini hayatlarında bir kez bile duymamış olan bu türedilere bildiğimiz bir borcu bulunmuyor. Başbakan’ın “omzundan ateş edenleri” ele vermemesinden cesaret alanlar son mermilerini de kullandılar.
Milli normalleşmemizin kırılma noktasında, bütün ülkede temsil gücüne sahip tek siyasi hareket bundan sonra bir klik veya cemaat gölgesine girmemeli. Türkiye’de birçok yardım kuruluşu bulunuyor. Lakin bu kuruluşlar içerisinde bir tanesi diğerlerinden farklıydı. Muhafazakâr hareketin kendi sınırlarını aşıp tüm Türkiye’yi kucaklayarak milletimize başarıyla mal ettiği bir yardım organizasyonu inşa etmesi, türleri içerisinde bir ilkti. Şimdi bu başarılı organizasyonun dar bir kliğe indirgenerek tasfiye edildiğini görüyoruz. AK Parti benzer bir başarıyı göstererek, kabuğunu kırarak ve geniş kesimleri kendi potasında birleştirerek, sosyal restorasyonun adresi olarak iktidara geldi. Benzer bir kaderi ise kesinlikle hak etmiyor. Ancak yüklerinden kurtulan, millete yaslanarak milli normalleşmenin mücadelesine yeniden dönen bir AK Parti, hem Türkiye’nin hem de kendi siyasi yol haritasını uygulamaya geçebilir.
Paylaş
Tavsiye Et