TÜRKİYE, kadınlara seçme ve seçilme hakkını pek çok Avrupa ülkesinden daha önce, 1934 yılında tanımakla övünen bir ülke. Nitekim Peygamberimizin kendisini Medine’ye davet etmeye gelen gruptaki erkeklerden biat almakla yetinmeyip, kadınlardan da biat aldığı düşünüldüğünde, günümüzde kadına oy hakkını henüz yakın tarihlerde tanıyan ülkelerin ya da halen erkeklerin kadınlar yerine oy verdiği bazı İslam ülkelerinin tutumunu emsal almak doğru değil.
Ancak Türkiye’de oldukça uzun geçmişi olan seçme ve seçilme hakkının, kadınlar tarafından gerektiği şekilde kullanılamadığını gözlemlemek mümkün. Kadınların siyaset ve karar mekanizmalarına katılım ve temsil oranlarının erkeklere kıyasla çok düşük olduğu Türkiye, kadın temsilinde 187 ülke arasında 165. sırada geliyor.
2007 genel seçimlerinde, parlamentodaki kadın oranı bu yöndeki tüm söylem ve kampanyalara karşın ancak %4,4’ten %9,1’e çıkartılabildi. Bu oran ise hedeflenen %17,3’lük dünya ortalamasının çok altında. Belediye başkanları arasında kadınların oranı ise %5,58 olup, 3.207 başkandan sadece 18 tanesi kadın. Kamu kurumlarında yönetici pozisyonundaki kadın sayısının oldukça az olduğu Türkiye’de, sadece 1 kadın vali, 14 kadın kaymakam bulunuyor.
İlginç olan, hiçbir konuda uyuşamayan farklı siyasi yelpazelerden gelen partilerin, kadınların karar mekanizmalarında bulunmaları hususundaki davranışlarının benzerliği. İktidara gelen parti hangi görüşün temsilcisi olursa olsun Bakanlar Kurulu’ndaki tek kadın üye, genel olarak “kadından ve aileden sorumlu devlet bakanı” oluyor. Öyle ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana kabinelerde aynı anda 3 tane kadın bakan olması istisnai bir durum (52. Hükümet). Hatta erkeklerin “kadından sorumlu devlet bakanı” olduğu dönemleri dahi gördük.
Bu noktada yaklaşan yerel seçimler dolayısıyla 3.000’i aşkın belde ve belediye başkanından neden sadece 18’inin kadın olduğu ve partilerin daha fazla kadın aday göstermediği sorgulanıyor. Zira siyasette kadının az görünürlüğü, parti çalışmalarında aktif olarak çaba harcayan kadınların arka planda bırakılmaları, mevcut olanların bazılarınınsa “vitrin”, “numunelik” ve “eş kontenjanından seçilmiş” şeklinde değerlendirilmeleri, kadınların kendilerini doğrudan etkileyen politika ve kararların oluşum süreçlerinde de yer almamaları, kendi özgün sorunlarına doğrudan çözüm getirmelerini güçleştiriyor.
Bu durum pozitif ayrımcılık tartışmalarını da beraberinde getiriyor. Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) gibi sivil toplum kuruluşları, siyasi partilerin delegelikten merkez yönetimine kadar tüm karar organlarında ve seçim listelerinde en az %33 olacak biçimde kadın katılımını sağlayacak geçici özel önlemlerin alınmasını talep ediyorlar.
Siyasal yaşama katılımda fırsat eşitliğinin zaten var olmadığı, parti iç dinamiklerinin buna imkan tanımadığı dikkate alındığında, “pozitif ayrımcılığın”, kendi içinde ayrımcı karakter taşımadığını ifade etmek mümkün. Anayasa’nın 10. maddesine eklenen madde gereği Türkiye zaten “kadın erkek eşitliğini sağlamak yükümlülüğü” altında.
Dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip Türkiye’nin tüm modernlik söylemlerine karşın kadın oranlarında 115 ülke arasında ancak 105. sırada olması bu yükümlülüğünün yerine getirilmediğini gösteriyor. Halbuki 1985’te imzaladığı “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW)” uyarınca Türkiye, “taraf devletler kadınların tam olarak gelişmelerini ve ilerlemelerini sağlamak üzere, erkeklerle eşitlik temeline dayanan insan haklarını ve temel özgürlüklerini güvence altına almak ve kullanmalarını sağlamak amacıyla, mevzuat çıkarmak da dâhil her alanda ve özellikle siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda gerekli her türlü tedbiri almak zorunda.”
Uluslararası çapta kadınların insan haklarını koruyan ilk ve tek hukuki belge olan CEDAW’ın 4. maddesi “erkekler ile kadınlar arasındaki eşitliği fiilen gerçekleştirmeyi hızlandırmak için ‘taraf devletler’in aldıkları geçici tedbirlerin, bu sözleşmede tanımlanan bir ayrımcılık şeklinde görülemeyeceğini” ifade ediyor. Bu noktada pozitif ayrımcılık “eşitlikçi olmayan” fiilî durumu ortadan kaldırmayı hedefleyen, fırsat ve muamele eşitliğini sağlama amacı gerçekleştiğinde sona erecek olan geçici, özel bir önlem. Türkiye, sözleşmeyi imzalayarak kadın-erkek eşitliğinin sağlanabilmesi için öncelikle kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın etkin ve anlamlı önlemlerle ortadan kaldırılması yükümlülüğünü üstlenmiş durumda. Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca da bu yükümlülüğünü yerine getirmesi gerekiyor.
Ancak Türkiye’de kadınların siyasal yaşamda azlığının sebeplerinden bir tanesi, fiilî olarak devam ettirilen başörtüsü yasağı. Başörtülü kadınlar, Türkiye’deki kadınların siyasi yaşamda karşılaştıkları genel fiilî engellemelerin ötesinde, kesin bir sınırlama ile karşı karşıya. Başörtülü bir kadının, oy kullanmak ve muhtar olmak dışında siyasi yaşama katılması imkansız. Milletvekili, belde belediye başkanı ve hatta il genel meclis üyesi de olamıyor. Türkiye’deki kadınların %62’sinin başını örttüğü düşünüldüğünde, bu durumun kadının siyasal yaşama katılım oranını olumsuz etkilediği açık. Üstelik başı örtülü olan adayların aday listelerine dahi konmaması, kadınların tam olarak seçilme özgürlüğüne sahip olmadıkları gibi, istedikleri adayı seçme özgürlüklerinin bulunmadığını da gösteriyor.
Halbuki örtülü olmak seçme ve seçilme hakkının layığı ile kullanımına engel değildir. Mesela Belçika’da genel meclis üyesi seçilen başörtülü kadın bulunuyor. Danimarka meclis kürsüsünde de başörtülü olunabileceği ifade edildi. İspanya’da da örtülü bir milletvekili seçilebildi. Türkiye’de ise bu konuda bir örnek bulunmadığı gibi, hukuki bir yasaklama da mevcut değil.
Bu noktada Türkiye’de kadın hakları söyleminin pratik hayata geçirilmesi ve kadınların siyasal yaşama katılımlarının sağlanması, fiilen aranan “başı açık olma” şartının kaldırılması ve kadınlara kıyafetlerine göre değil, birikim ve çalışmalarına göre imkan tanınması ile mümkün olacaktır. Temsil makamındaki kadınlardan devletle ilişkilendirilebilecek alanlarda başlarını açmalarını beklemek, gerçekte kadınların insan haklarının sağlanamadığını göstermektedir.
Nitekim kadınların siyasal yaşama katılımını desteklemek için pozitif ayrımcılık sağlanarak partiler buna zorlandığında, örneğin kadınlar için %33 kota konduğunda, bu kotadan yararlanacak olanlar, sadece Türkiye’deki kadınların %38’i olacaktır. Başörtülü kadınlar genel olarak oy kullanmak dışında karar mekanizmalarında bulunamadıklarından bu kotanın içinde yer almayacaklardır.
Elbette ki bu durum tek başına kota tartışmalarını tümden ret edilmesini gerektirmiyor. Ancak objektif ve ilkeli davranmanın, kadınların temel haklarını kullanmalarını engelleyen fiilî ve hukuki tüm engellerin kaldırılması için çaba göstermeyi gerektirdiği de unutulmamalı.
Paylaş
Tavsiye Et