TÜRK modernleşmesi tarihine dair önemli şeyler söylemiş olan Şerif Mardin’in itibarına gölge düşüren son “mahalle baskısı” tartışmaları, aslında kendilerini rejimin bekçileri olarak gören elitlerin sürekli korkular imal ederek İslam’ın bu ülkedeki en temel toplumsal faktör olduğunu gözlerden ırak tutmak ve Müslüman halkın siyasi taleplerini ezmek için yapmayacakları şey olmadığını gösteriyordu. Açık Toplum Enstitüsü ve Boğaziçi Üniversitesi’nin desteğiyle yapılan “Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler” başlıklı araştırma da -bilinçli ya da bilinçsiz- aynı değirmene su taşıyor.
Manipülasyona “Bilimsel” Kılıf
Söz konusu rapor, ülkede dindar-muhafazakâr kesimin “ötekileştirdikleri” “laiklik konusunda hassas” insanlara “mahalle baskısı” uyguladığını iddia ediyor. Ancak araştırmanın verileri bunu kanıtlamaktan çok uzak. Ayrıca araştırmacıların yorumları da iyi niyetli “gerçeği” anlama çabasının bir ürünü değil. Dolayısıyla özellikle yöntem ve yorum açısından son derece sorunlu olan bu araştırmanın bilimsel bir tarafı olmadığı aşikâr. Araştırmanın yöntemi mülakat tekniğine dayandığı halde bu sanki niceliksel bir teknikmiş gibi genellemelere gidilmesi, üstelik bu araştırmanın “geneli temsil ettiği” iddiasının açıkça dillendirilmesi tam bir skandal. Yazarlarının “sosyal bilimci” olduğu iddiası ise Türkiye’de sosyal bilimlerin içine düştüğü hazin durumun bir itirafı adeta.
Gazetecilere yaptırılan bu araştırmanın sıradan bir gazeteci çalışması olduğu iddia edilebilirdi. Fakat gazetecilik etiğini de ihlal eden bir tarafgirlikle malul bir çalışma bu. Rapordaki baskın siyasi-ideolojik yaklaşım, özellikle yazarların kaleminden çıkmış olan giriş ve yorum bölümlerinde ortaya çıkıyor. Siyasi iktidar, İslami cemaatler ve dindarların suçlanması, ne araştırmanın bulgularıyla uyuşuyor ne de “sosyolojik muhayyile”nin izlerini taşıyor. Zira araştırmanın bulguları temelde Anadolu’da bir dindar-muhafazakâr baskı değil, milliyetçi bir baskının olduğunu gösteriyor. Yorumcular sosyolojik bakıştan da uzak; zira dünyanın bütün toplumlarında mevcut olan ve hemen hemen bütün grupların kendileri dışındakilere uyguladığı cemaat baskısını, sanki sadece Türkiye’deki dindar kesim laiklere uyguluyormuş gibi gösteriyorlar.
Halbuki evrensel nitelikteki bu baskının arka planında çok farklı nedenler var: Özellikle küreselleşme, Kürt sorunu ve Ermeni meselesinin yeniden gündeme gelmesi gibi faktörlerle beslenen Türkiye’deki milliyetçi damar ile bu damarı destekleyen, cemaatlerin kendi ontolojik güvenlik alanlarını koruma refleksleri ve “taşra kültürü” tabir edilen olgu... Bizde daha ziyade Anadolu özelinde söz konusu edilen bu milliyetçilik ve taşra kültürü, aslında Batı’da da
-özellikle küçük kasabalarda- etkisi çokça görülen, gündelik hayatı şekillendiren temel unsurlardan.
Sıradan bir sosyoloji öğrencisinin elinden çıksa kabul edilmeyecek hatalı tezlerle malul söz konusu araştırma, bu basit sosyolojik gerçeği göremiyor. Çünkü metnin yazarları -Kemalist elitlerde sıkça rastlanan- “ideolojik blokaj”ın etkisiyle meseleye çok dar ve taraflı bir açıdan bakıyorlar.
Cemaat baskısı dünyanın her yerinde rastlanan bir olguysa, sosyolojik açıdan incelenmesi gereken konu, farklı baskı mekanizmalarının nasıl işlediği ve özellikle devlet iktidarının burada oynadığı roldür. Türkiye özelinde herkesin malumudur ki Kemalist cemaat baskısının derecesi diğer baskı türlerinden katbekat fazla. Ayrıca bu baskı mekanizması “cemaat” düzeyinde kalmayıp devlet düzeyine de çıkıyor. “Devlet” içinde hâkim durumdaki bürokratik elit, devletin hukuk ve kolluk kuvvetlerini (ayrıca medyayı da) kullanarak hayat tarzlarını beğenmedikleri kitlelere yoğun bir baskı uyguluyor. Raporun yazarlarının göz ardı ettiği bu baskının ağırlığı, diğer baskı türlerini fersah fersah geçiyor. Bu ağır Kemalist baskının temel yöntemlerinden biri de, bölünme korkusu gibi mevcut korkuları pompalamak, irtica gibi mevcut olmayanları ise imal etmek.
Korkunun İmalatı
Yazarların söz konusu rapordaki yanlı(ş) bakışı ne yaşanan gerçekliği açıklayabiliyor ne de Şerif Mardin’in isabetle ve sürekli vurguladığı “Türkiye’yi anlamak için İslam’ı anlamanın şart olduğu” hususuna bir katkıda bulunuyor. Zira tipik birer Türk sosyal bilimcisi olarak İslam’ı anlamaktan uzak olan yazarlar, dinin etkilerini yanlış yerde arıyor ve karmaşık süreçleri açıklamaya çalışmak yerine işin kolayına kaçıp “mahalle baskısı”nı doğrudan İslam’la irtibatlandırıyorlar. Bu haliyle söz konusu araştırmanın kendisi, daha önce Şerif Mardin’in de başına geldiği gibi, dindar-muhafazakâr kitleleri sindirmek için bir baskı aracı olarak kullanılıyor.
Ne hazindir ki İslam’ın Türkiye toplumundaki etkisi hakkında makul şeyler söylediği için “Kemalist mahalle baskısı”nı bizzat yaşamış ve akademide merkezî kurumlardan sürekli dışlanmış biri olan Şerif Mardin, kendisini dertlendiren önemli şeylerden biri “Kemalizm nasıl kurtulur?” kaygısı olduğu halde, yine aynı mahalle tarafından arsızca manipüle edildi. Genelde dindar halka, özelde de onun temsilcisi olarak gördükleri mevcut hükümete karşı başlattıkları ve başını merkez medyanın çektiği psikolojik savaşın bir parçası olarak, sosyolojinin verileri kötü yorumcuların elinde rejim bekçileri tarafından baskı mekanizmasının unsurları olarak kullanılıyor. Bu çerçevede başvurdukları yöntem, “mahalle baskısı” gibi kavramların sis perdesinin ardına sığınıp bu ülkede bin yıllık bir medeniyet birikiminin ürünü olan İslami dinamikleri mahalli/lokal olana indirgeyerek gettolaştırma ve asıl marjinal durumda olan kendilerinin bu konumunu gizleme şeklinde ortaya çıkıyor.
Bu psikolojik savaşın en belirgin ve etkili taktiklerinden biri de “korku siyaseti”. Ülkedeki rejimin niteliğine ve hayat tarzlarına dair -aslında mevcut olmayan- korkuları imal ederek medya vasıtasıyla yaygınlaştırma ve bu yolla manipüle ettikleri sıradan insanları gerçekten de korkutma siyaseti güden Kemalist elitler bunda bir dereceye kadar başarılı da oluyor. Dolayısıyla imal edilen şey belli oranda gerçeğe de dönüşebiliyor. Kademe kademe devreye sokulan ve kerameti kendinden menkul sosyolog ve kalemşorlarca sık sık işlenen “mahalle baskısı”, “kadınlar korkuyor”, “Türkiye Malezya oluyor” gibi söylemler, son tahlilde Müslüman halkın taleplerini törpüleyip kendi ellerinden kayıp gitmekte olduğunu gördükleri siyasi, ekonomik ve ideolojik imtiyazlarını koruma hedefine matuf. Fakat her ne kadar imtiyazlı azınlık, bu amaçla çeşitli manipülasyon ve savaş taktikleri geliştirse de bu topraklardaki bin yıllık İslam medeniyetinin gücünü ortadan kaldırmaları mümkün değil. Türkiye’nin durumuna yönelik sağlıklı bir sosyolojik perspektif öncelikle ve temel olarak bu tespiti yapar.
Paylaş
Tavsiye Et