FRANKFURT Kitap Fuarı’nın 60. yılında Türkiye onur konuğuydu. Fuarda sadece ekonomik bir aktivite olarak yer almamız değil, bütün kültürümüzle kendimizi tanıtmamız bekleniyordu. Bu sebeple “tanıtma” ve “temsil” meselesinin, bir fuardan beklenen ekonomik etkinliğin ötesinde bir öneme sahip olduğunu gördük tüm süreç boyunca. Avrupalıların bizi nasıl tanıdığı, bizim kendimizi “doğru” tanıtmak için yeterli çaba gösterip göstermediğimiz ana tartışma konularımızdı. Bir de bu fuar, kitap gibi ekonomi ile kültürün kesişme noktasındaki bir “ürün”ün sergi alanı olduğu için, dünyadaki iktidar ilişkilerinin sadece ekonomi üzerinden değil, kültür üzerinden de ifade edilişine sahne oldu.
Aslında fuarlar ve temsil ilişkisinin tarihi, 19. yüzyıla kadar geri gider. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Paris, Londra ve Şikago’da düzenlenen fuar ve sergilerle ilgili yapılan son dönemlerdeki çalışmalar, bu fuarların dönemin güç ilişkilerini nasıl yansıttığını ortaya koyuyor. Zeynep Çelik, Şark’ın Sergilenişi adlı kitabında, dünyanın belli bir merkez -Batı Avrupa- etrafında örgütlenişinin fuarların mimarî yapısında nasıl kendisini izhar ettiğini ayrıntısıyla ele alır. Bu sergiler, Batılı insanın ilerlemiş olduğunu göstermek üzere “dünyanın geri kalanı”nın egzotik bir çeşitlilik olarak sunulduğu mekanlardı. Gayatri Spivak’tan ödünç alarak ifade edecek olursak, “dünyanın dünyalaştırıldığı” bir süreç işliyordu bu sergilerde.
Merkezde teknoloji harikası çeliklerle bezeli -mesela- İngiltere pavyonu yer alırken; Mısır, dönemin sömürgeci söylemini meşrulaştıran oryantalist bakış açısını yansıtacak biçimde, cami şeklindeki standların içinde göbek danslarının yapıldığı tozlu, çamurlu bir “Kahire Sokağı”ndan ibaretti.
30 küsur yıl Devlet-i Âliye’yi idare eden II. Abdülhamid, bu hiyerarşik yapının ve imaj savaşının farkındaydı. Bu yüzden Düvel-i Muazzama arasında sayılabilmek ve bu saygınlığı koruyabilmek için dünya fuarlarında temsil edilmeyi önemsemiş ve bu fuarlara katılım esnasında da özellikle Batı’nın oryantalist Doğu algısının dışında imajlar oluşturmaya özen göstermişti. Abdülhamid’in o dönemde Osmanlı imajıyla ilgili en temel kaygılarından biri “egzotikleştirilme” idi. Bu nedenle 1893’te bir İngiliz şirketinin düzenlemek istediği “Bir Boğaz Keyfi Panoraması” adlı sergide, bazı çingene ve Yahudi kadınların, sözüm ona Şark ahalisi örneği diye sergilenmesine kişisel olarak karşı çıkmış ve bunu engellemişti.
Kültür Bakanlığı’nın Frankfurt Kitap Fuarı’nda “Türkiye’nin bütün renkleri” vurgusuna rağmen oldukça renksiz bir stant hazırlamasını da ben bu egzotikleştirme kaygısının aşırı bir ifadesi olarak değerlendiriyorum. Hâlâ Batı karşısında uygar profil çizme çabası içindeyiz. Bu nedenle, mesela AB’ye girmek için verilen mücadele, bizim için sadece ekonomik ve siyasi bir işbirliğinin ötesinde, “uygar” milletlerden sayılıp sayılmamanın ölçüsü haline gelebiliyor.
Avrupa’nın bizi yanlış tanıdığı ve kendimizi doğru tanıtırsak bu hiyerarşik yapıyı kırabileceğimiz düşüncesi o gün de vardı; bugün de devam ediyor. Mesela 1893 Şikago sergisine davet edilen ve paranın arka yüzüne resmi basılacak Türk büyükleri arasında yer aldığı için son günlerde hakkında tartışma çıkan Fatma Aliye Hanım da kendimizi yanlış tanıttığımızdan yakınır. Ama onun kaleminde bu, yakınmadan öteye gider ve Nisvan-ı İslam adlı kitabında İslam tarihinde öne çıkmış kadınları da kaleme alarak “İslam ve kadın” etrafında oluşturulan oryantalist yargıları aşmaya çalışır.
Orhan Pamuk, açılış konuşmasında Avrupalıların bizi yanlış tanıdığı şeklindeki şikayetin, kimliğimizin bir parçası haline geldiğine işaret ederken haklıydı. Ama konuşmasını baskıdan şikayet eden ve ülkesine rağmen var olan yazar imajıyla tamamlayarak, tam da uluslararası fuarlardaki “özgür dünya/dünyanın geri kalanı” şeklindeki hiyerarşik yapıyı pekiştiren bir vurgu yaptığının farkında mıydı bilmiyorum.
Fuarda Türkiye’nin kendi kültürünü tanıtması isteniyordu ama bu tanıtımda kimlikçi bir yapının hâkim olması da bekleniyordu. Bilindiği gibi kimlik siyasetinin ortaya çıkışıyla birlikte artık kültürler kendilerini (milli, dinî ya da etnik) kimlikler üzerinden ifade eder oldular. Kültür ve kimlik birbirinin müteradifi gibi kullanılıyor uluslararası alanda. Bu nedenle de kültürel ürünler kimlikçi bir yaklaşımdan okunuyor. Mesela yazılan bir eserin edebî ve fikrî değerinden, insanlığa ve medeniyete ortak katkısından ziyade onu kimin yazdığı, hangi kimlikle yazdığı önem kazanıyor.
Yani kültürün kimlik siyasetine hapsedildiği bir vasat söz konusu. Kültürün bu kimlikler üzerinden temsil edilişi, özellikle bizim gibi bu hiyerarşik fuar düzenlemesinde “farklı-kültürel-renkli” gibi etnik-kültürel bir zemine hapsedilmeye çalışılan toplumlar için daha da büyük önem arzediyor. Çünkü bu, evrensel/kültürel ayrımını pekiştirerek bizi her daim “kültürel” alana hapseden bir işlev görüyor. Egzotikleştirilme problemini bir şekilde aştığımız söylenebilir. Ama bu kimlikçi yaklaşım, hem uluslararası alanda hem de ülke içinde edebiyatın ve kültürün önündeki en büyük engel olarak duruyor.
Fuarda etkin bir katılım sergileyen İstanbul Ticaret Odası (İTO), standını İstanbul’u simgeleyen cami silüetli bir figürle çevrelemişti. İran standında Hafız’ın kabrinin büyük boy resminin asılı olduğunu görünce, Kültür Bakanlığı standlarındaki renksizlik ve kimliksizliği daha yoğun hissetmiş ve İstanbul gibi merkezî bir sembolün İTO standlarında yer almasını, çok isabetli bir tercih olarak değerlendirmiştim. Bu kanaatim, başka standlardaki kültürel sembolizm örneklerini gördükçe daha da pekişti. Fakat son dönemlerde Avrupa’da cami inşası ile ilgili tartışmalar nedeniyle bu görüntünün Avrupalıları rahatsız edebileceği ve “aşırı-Müslüman” kimliğe bir işaret olabileceği endişesinin dile getirilmesi, nasıl bıçak sırtı bir “temsil” sorunuyla karşı karşıya kaldığımızı da gösteriyor.
100 yıl önce dünya fuarları, Selim Deringil’in ifadesiyle “her türden iktidar ilişkilerinin ifade edildiği bir dizi devasa ayin olarak” görülebiliyordu. Bugün de güzellik yarışmaları, müzik ve sinema gibi dünya çapındaki festival ve yarışmalar, spor müsabakaları ve fuarlar her türden iktidar ilişkilerinin ifade edildiği ve adeta “medeniyet ayinleri”nin yapıldığı mabetler olarak kabul edilebilir. İşte bu nedenle, BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmiş olmamız gibi reel bir kazanıma tahvil edilebilecek hususların haricinde bile hassasiyet göstermemiz, hep kendimizi tanıtma ve iktidar ilişkilerinin sergilendiği bu devasa ayinde “hak ettiğimiz” yeri alma çabası olarak görülmelidir. Bu sebeple bütün yazarları ve kültürel birikimiyle Frankfurt’taydı Türkiye. Ama kimlikçi yaklaşımı aşıp daha özgüvenli olabilmemiz için sadece nasıl göründüğümüz değil, ne olduğumuz ve dünyayı nasıl gördüğümüz sorusuna da kimlikçi yargıları aşan, medeniyet derinliğine sahip, ama küresel politikaları da dikkate alan cevaplar üretme çabası içinde olmalıyız.
Paylaş
Tavsiye Et