1950’Lİ yıllarda Anadolu’da bir köy odasında demokratik katılım talebinin yankısı olarak yorumlayabileceğimiz bir tartışma yaşanır. O yılki “salma”nın nasıl ve hangi oranlar üzerinden toplanacağıdır, tartışmanın konusu. Salma, köyler yerel idarelere bağlanmadan önceki dönemlerde muhtar, imam, korucu gibi görevlilerin ücretini ödemek ya da köyün birtakım başka ihtiyaçlarını karşılamak üzere belli bir bütçe oluşturulmasının yöntemidir. Hangi hanenin ne kadar ödeyeceği buğday cinsinden belirlenir. “Alesseviye, alesseviye!” seslerinin yükseldiği ve herkesten eşit miktarda buğday toplanması taleplerinin dile getirildiği o toplantıya kadar, uygulama üç kategoride gerçekleştirilir. Kategoriler, ekilen arazi, koşum hayvanları ve sürülerin sayısı üzerinden belirlenir ve buna döküm denir. Söz konusu köyde yapılan döküme göre en zengin olan iki haneden 4’er yarım, ondan sonra gelen 3-4 aileden 2’şer yarım, geri kalanlardan ise 1’er yarım ekin toplanır. En fakir birkaç aile ise bundan muaftır, zaten onlar çobanlık, koruculuk yaparak sağlarlar geçimlerini. Salma ekonomik açıdan adaletli bir katılım usulü olmasına rağmen, toplumsal ve siyasal katılım açısından demokratikleşmenin gündeme geldiği 50’li yıllarda yeni bir tartışmanın odağına yerleşir. Milli Şef dönemini sembolize eden “Halk plajları istila etti, vatandaş denize giremiyor” ifadesinde kendisini gösteren seçkincilik hüküm sürerken, buna tepki olarak ortaya çıkan demokratik katılım talebi “poturluların Meclis’e girmesi” olarak görülmekte ve seçkinler arasında bir rahatsızlığa yol açmaktadır. Aynı tartışmalar köylerde de yankısını bulur ve “muhtarı baldırı çıplaklardan seçeceğiz” şeklinde ifade edilen bir talebe dönüşür. Siyasal katılımda eşitlik talebi, ekonomik katılımda da eşitliği gerektirir. Çünkü avami olarak “paran kadar konuş” ifadesinde kendisini gösteren söz hakkı-ekonomik güç birlikteliği, salma sistemi için de geçerlidir. Birinci kategori hane reisinin söz hakkı ile üçüncü kategorinin söz hakkı eşit değildir. Bu nedenle “alesseviye” katkıda bulunmanın adaletsiz niteliği göz ardı edilir ve söz hakkında eşitlik sağlanır. Yani siyasal özgürlükte eşitlenilir, ama ekonomik eşitsizlik daha da derinleşerek devam eder.
Başka herhangi bir alanda değişiklik yapılmaksızın sadece bir alanda eşitlik sağlamanın, varolan dengeleri de altüst edeceğine ve eşitsizliği daha da artıracağına dair bir örnektir bu.
Pek çok yönden farklılık gösterse de içinde yaşadığımız tüketim toplumunda yürürlükte olan tercih özgürlüğü de benzer bir sonuca yol açıyor. Bu sonuçları, kimlik inşasındaki ve meslek tercihlerindeki akışkanlıkta ve tüketim üzerinden hayat tarzı oluşturma stratejilerinin sınırsızlığı iddiasında görmek mümkün.
I-Küresel kriz ortamı, en kalifiye elemanlar için bile iş güvencesi olmadığını gayet açık bir şekilde ortaya serdi. Küresel sermaye artık hiçbir sınır tanımıyor ve kendi isteklerine uyacak şekilde esnek olmasını, yani yüksek uyum kabiliyetine sahip olmasını istiyor çalıştırdığı kişilerden. İş hayatının altın kurallarını paket program halinde sunan kitaplardan NLP eğitim programlarına kadar herkesin tavsiyesi, çalışanın, hem mekan hem de beceriler bakımından esnek olması, risk alması.
Hayatınız boyunca aynı mesleği sürdürmek zorunda değilsiniz artık. Yeni kapitalist sistem sizden bunu bekliyor. Her on yılda bir bilgi ve becerilerinizi değiştirmenizi, kendinizi yenilemenizi istiyor. Sıkıcı ve monoton bir meslekî hayat göz önünde bulundurulduğunda, bu tercih hakkının ne kadar özgürleştirici bir durum olduğunu düşünebilirsiniz. Monoton ve sıkıcı bir işten kurtulma, kendinize yeni bir iş alanı açma şansınız gerçekten var. Fakat bunun bedeli hiç de hafif değil. Artık ömür boyu iş güvencesi yok. R. Sennet, bu seyyaliyetin, uzun vadeli plan yapamamanın kişide yol açtığı değişimleri “karakter aşınması” olarak niteler.
Bizim toplumumuzda ise kapitalizmin ilk aşamasında geçerli olan ömür boyu meslekler ve bu zeminde boy veren sosyal güvence tam uygulanmadan yeni kapitalist kriz dalgası ve seyyal işgücü talebi başka bir savrulmaya neden oldu. 1980 sonrası riskleri fırsata çeviren girişimcilerin “köşe dönme” hikayelerini duyduk hep. Bunu herkesin başarabileceğine dair bir kanaat oluşturulmaya çalışıldı. Ama günümüzde TV yarışmalarındaki fırsatı kovalamak tek seçenek oldu.
Sınırsız bir tercih özgürlüğü var. Ama fırsat eşitliğinin olmadığı bir ortamda tercih özgürlüğü, bazıları için avantajlı bir ortam sunarken, çoğunluk için yoksulluğu bireysel bir yenilgiye dönüştürüyor. Çünkü onlar yeteri esnekliği göstermedikleri için içinde bulundukları durumu “hak etmiş” oluyorlar. Bu sonuçtan sistemi suçlamaksa ancak modası geçmiş bir Marksist konumuna düşürüyor kişiyi. Sonuç: Liberallerin kutsadığı tercih eşitliği, ne yazık ki daha eşitsiz ve daha güvensiz bir dünyaya kapı aralıyor.
II-Tercih eşitliğinin güllük gülistanlık bir dünya yaratmaktan uzak olduğunu, hayat tarzı seçimlerindeki özgürlük üzerinden de izlememiz mümkün. Bugün hayatınızın, yeni baştan kurabileceğiniz bir proje olduğu anlayışı her açıdan besleniyor. Modern dönemde kimlik verili olmaktan uzaklaşmış ve bir edinim, yani kendi kazanıp kuracağınız bir özellik olarak kodlanmıştı. Aidiyetler yeni baştan örgütlenebilirdi.
Geç modern dönemde ise artık kimlikten değil hayat tarzından bahsediyoruz. Hayat tarzı bir seçimdir artık. Kendinize, Sertab Erener’in şarkısındaki gibi “yeni bir ben” alabilirsiniz. Bu tercih özgürlüğü açısından dünyadaki herkes eşittir. Ama seçme özgürlüğünün gerçekleşebilmesi için sahip olunması gereken araçlarda eşitlik söz konusu değildir. Hayat tarzı, bireysellik ve üslupçu bir öz bilinçten beslenir Anthony Giddens’a göre. Ama bu bireyselliğin ve üslubun sergilenmesi için gerekli olan araçlarsa tamamen ekonomik bir zeminde değerlendirilebilir. Yani tüketim kültüründe kendinize “yeni bir ben” almanızın yolu ekonomiden geçiyor. Bu nedenle toplumsal sınıflaşma ekseni, yeterince tüketebilenler ve tüketemeyenler skalası üzerine oturuyor.
Tüketim toplumunda yaşıyoruz ve tercih yapmak herkesin kaderi Zygmunt Bauman’a göre. Ama bu tercihleri gerçekleştirecek araçların da eşit dağıtılmasından sorumlu tutmuyor kendisini yeni kapitalist sistemin meşruiyet zeminini oluşturan yeni liberalist görüş. Herkes kendi kaderinin sorumluluğunu elinde tutar. Özgür birey olmak, böyle bir şeydir. Ve eğer birey, varolan tüketim tercihlerini gerçekleştirecek ekonomik araçları temin edemiyorsa, bu onun sorumluluğudur, daha doğrusu onun başarısızlığıdır.
Aslında şöyle bir durumla karşı karşıyayız: Toplumsal ortam, tercih özgürlüğünün sınırsız olduğu bir hareketliliğe sahip. Ama başka alanlarda çok ciddi eşitsizliklerin olduğu bir ortama, sadece seçme özgürlüğündeki eşitlik zerkedildiğinde, öncekinden daha derin bir eşitsizlikle karşı karşıya kalıyoruz. Jerzy Jedlicki’nin işaret ettiği gibi “temel bir eşitsizliğin olduğu bir toplumsal ortama hareket özgürlüğü kazandırmak, öncekinden daha derin bir eşitsizlik yaratacaktır.”
Paylaş
Tavsiye Et