I CELAL Nuri İleri’nin kardeşi Suphi Nuri’nin karısı, Abidin Dino ile Arif Dino’nun kız kardeşi “haza hanımefendi” Leyla Hanım. Hıfzı Topuz, onun evini, eski Osmanlı konaklarının, köşklerinin, yalılarının son örneklerinden biri olarak hatırlar.
Leyla Hanım’ın oğlu Rasih İleri ile yakın arkadaş olan Hıfzı Topuz bir gün onlara bir arkadaş götürür. Hıfzı Topuz’a göre o dönemde İstanbul halkını, “Abidin ve Sıtkı paşalara akraba olanlar ve olmayanlar” şeklinde ikiye ayırmak mümkündür. Leyla Hanım kendisine takdim edilen delikanlıya biraz üstten bakarak sorar:
“Cicim siz kimlerdensiniz?”
İstanbul, o günden bugüne aldığı yoğun göçlerle birlikte aidiyet bağını sülaleden hemşerilik bilincine doğru genişletti. Ne ki hemşerilik İstanbul’a, yani varılan yere değil, gelinen yere doğru gelişip genişledi. “Kimlerdensiniz cicim?” in yerini “Nerelisin?” sorusu aldı. Her ne kadar birkaç yıl önce, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, toplumun tanınmış kişileriyle “Biz İstanbulluyuz” kampanyası başlatmışsa da tek bir “İstanbulluluk” yok.
Çünkü İstanbul’da, Türkiye’nin bütün vilayetleri derin taşra olarak temsil ediliyor. Diğer taraftan yedi göbek İstanbullu olmak üzerinden ifadelendirilen ve kendini daha ziyade “laikçilik” üzerinden temsil edilmesini isteyen “derin İstanbulluluk” bilinci, karşıtından güç alarak büyüyor.
Türkiye, Bizimkiler dizisinden Avrupa Yakası’na kadar “derin taşra”nın ve “derin İstanbullular”ın “en kötü” üzerinden temsil edilişini “eğlenerek” izledi. “Derin taşra” temsil edilişini, “derin İstanbul”dan daha çok ciddiye aldığını her vesile ile ifade etti. Bizimkiler dizisinin kapıcı Cafer’inden başlayarak, kendisi üzerinden yapılan tiplemelere itiraz etti. Ama aynı dizide güzel İstanbul Türkçesi ile konuşan yönetici Sabri Bey için grup aidiyeti içinden seslendirilmiş bir itiraz duyulmadı.
II
Polisten kaçtığı sıralarda sık sık Leyla Hanımların evinde kalan Sabahattin Ali “Ses” hikayesinde, “Kimlerdensiniz?” sorusunu bir çobanın ağzından çok çarpıcı olarak verir.
Koçhisar taraflarında bozkırın ortasında koyunları ve iki köpeği ile eğleşmekte olan çobanın yanına, Ankara yolu üzerinden bir otomobil yaklaşır. Otomobilin sürücüsü genç bir mühendistir. Yanında zengin kızı olan nişanlısı ve kayınvalidesi vardır. Nişanlının bir köylüyü yakından görme arzusu üzerine çobanla konuşmak isterler.
Genç mühendis çobana içinden “Ne vazife?” dedirtecek tarzda sorular sorar. “Nerede oturuyorsun, sürünü hep burada mı otlatırsın?”
Sorduğu soruların çoğunun cevapsız kaldığını görünce, çobanın umursamaz tavrı karşısında hiddetlenerek onu sıkıştırmak ister mühendis:
“Ne diye cevap vermiyorsun? Bak biz seninle nasıl alakadar oluyoruz. Sen bizim köylü kardeşimizsin. Biz de sizdeniz!”
Çoban alaka ile sorar:
“Kimlerdensiniz?”
“Yok canım, öyle değil, biz de sizin gibi köylüyüz, aslımız köylüdür. Hepimiz biriz demek istiyorum.”
Mühendisin cümlelerinin çobanda hiçbir karşılığı olmaz.
Mühendis diyalog girişiminin ikinci defa karşılıksız kalmasından dolayı iyice sinirlenir:
“Bak dinle, çoban kardeş. Siz daha çok gerisiniz. Bak! Biz yerimizden yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak, derdinizi dinlemek için buralara geliyoruz, siz gözünüzü, kulağınızı dört açıp istifade edeceğiniz yerde etrafınıza bakınıyorsunuz.”
Çobandan aradığı alakayı bulamayan mühendis otomobiline binip uzaklaşırken, iki çoban köpeğinin otomobilin yanlarından havlayarak gelmekte olduklarını görür. Tabancasını çekip köpeklerden birini vurur.
III
2009 Mart seçimlerine damgasını vuran olay, Tunceli’de valilik eliyle dağıtılan beyaz eşya oldu. Türkiye’nin dört bir yanında valiler, vatandaşların ihtiyaçlarını yerinde tespit ederek karşılamaya çalışıyordu. Ancak valilerin yaptıkları yardım üzerinden her zaman haber olmayı başardıkları pek söylenemez. Çünkü haber olmak için haberin fevkaladeliğinden bile daha önemli olan, hem gündeme uygunluğu hem de işlevselliğe sahip olması.
AKP’liler, Tunceli valiliğinin dağıttığı yardım üzerinden gündeme oturan tartışmayı, “vatandaşa yerinde yardım” olarak savunurken; CHP’liler durumu para ile oy satın almak üzerinden değerlendirdi. Peki, bu tartışmaları ekran üzerinden izleyen vatandaşlar ne düşünmüştür? Ne düşündüklerine tarih üzerinden bir cevap arayalım.
1966’da 79 yaşında vefat eden Türk Ocağı’nın önde gelen hatiplerinden Hamdullah Suphi Tanrıöver’in “Köycülük” yazısı köylülerin “almak ve vermek” konusunda ne düşündüklerini çok iyi izah ediyor.
Tanrıöver, “Köycülük ocağın kabul ettiği çok faydalı bir esastır; buna sadık kalmak lazım gelir” dedikten sonra ihtiyar bir köylü ile arasında geçen şu konuşmayı aktarır:
“Köylüye sordum: Hükümetin Ankara’ya gelmesinden memnun musun?”
“Evet” dedi.
“Niçin?”
“Eşeğin sırtına ne koysam; tavuk, bulgur yahut çalı, Ankara’ya gidince hepsi para oluyor.”
“Yalnız bunun için mi memnunsun?”
Köylünün sessiz kaldığın gören Tanrıöver köylünün memnuniyetini ölçmek için konuyu biraz daha detaylandırır: “Bugünkü hükümet vergi memuru, jandarması, mahkemesi ve diğer adamlarıyla senin için eskisinden daha iyi midir? Daha kötü müdür?”
Köylünün cevabı çok ufuk açıcıdır. Ve bugün dahi geçerlidir.
“Abdülhamit zamanında bize paşalar ver dediler verdik; öl dediler öldük. Onlar gitti yerine başkaları geldi; onlar da bize ver dediler verdik; öl dediler öldük. Bunlar da gitti siz geldiniz; siz de ver dediniz verdik, öl deniz öldük. Şimdi merakla bekliyoruz, bize ne zaman al diyeceksiniz.”
IV
“Ses” hikayesinin yayınlanmasından bu yana şehirlinin “köylü” imajı pek değişmediyse de köylünün kendini şehirde bulma anlayışı epey değişmiş durumda. Köyden kente göçenler bir daha dönmek üzere göçmedikleri gibi, kimliklerini ve aidiyetlerini değiştirmeden “burada” olmayı tercih ediyorlar.
“Yedi göbek İstanbullu”ların küçümseyerek sadece kendilerine “hizmet” üretmek üzere “burada” olmalarına izin verdikleri “köylüler” değil artık şehrin yöre kentlerine dal budak salmış olanlar.
Sosyologlar ithal kavram olarak varoş kelimesini kullanmayı tercih etse de, TDK’nın kullanıma sunduğu “yöre kent” kavramı İstanbul’un “yeni kimliği”ni daha iyi ifade ediyor. Çünkü “yöre kentler”de yaşayanlar, Batı’nın varoşlarında yaşayanlar gibi sınıf dışı kalabalıkları oluşturmuyorlar. Tam tersine “başarı hikayesi” olmaya odaklanmış hırsa dayalı bir dayanışmayı barındırıyor yöre kentler.
“İstanbul’a geldik, garik demeyem garik” cümlesinde ifadesini bulan doğduğu yerden kopmuş ama henüz doyacağı yere ait olamamış ruh halinin yerini; nereye giderse gitsin kimliğini hemşerilik üzerinden belirginleştiren bir söylem almıştır artık: Sayın Cerrahoğlu “İstanbul’daki Sivas”a hoş geldiniz!
Velhasıl Türkiye’nin bütün şansı ve şansızlığı yöre kent gerçeğinden boy veriyor. Türkiye demek hâlâ daha İstanbul demek; İstanbul ise siyasilerle pazarlık yapmayı kentlilerden daha iyi öğrenmiş olan yöre kentler demek.
Paylaş
Tavsiye Et