Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (April 2009) > Yüzleşiyorum > Hem millî, hem evrensel muhafazakâr olunabilir mi?
Yüzleşiyorum
Hem millî, hem evrensel muhafazakâr olunabilir mi?
Mustafa Özel
MUHAFAZAKÂRLIK, kapitalizmin yol açtığı kutuplaşmayı, o keskin ikileşmeyi, tahammül edilebilir kılma ideolojisidir. Liberallerin görünmeyen ele havale ettikleri çözümü basiretli ıslahat ile temin stratejisi. Muhafazakârlar olmasaydı 19’uncu yüzyılda Proleterya, 20’nci yüzyılda Üçüncü Dünya ulusları (ve 21’inci yüzyılda Batı-dışı medeniyetler?) kontrol altında tutulamazdı.
Soğuk Savaşın ardından global sistem ilginç bir fetret dönemine girdi. ABD siyasî eliti küresel devlet (İmparatorluk) emelini açığa vururken; Avrupa Evi ekonomik ve demografik gücünü pekiştirmeye, elden geldiği ölçüde de askerî gücünü oluşturmaya; ekonomik sistemini kuramayan Rusya eski imparatorluğunu diriltmeye; diasporanın katkısıyla kapitalistleşme yolunda hızla ilerleyen Çin tekrar “Orta Krallık” rüyası görmeye.. başladı. Türkiye’de ise taşra, 50 yılda üçüncü kez siyasî merkezi teslim aldı. İçten içe kaynayan bir fetret dönemi.
Fetret dönemleri, kendini yeniden tanımlama evreleridir. Kelimeler bu evrede siyasî eylemin kendisinden daha etkilidir. Kapitalizmin küreselleştiği bir aşamada olduğumuzdan, hiçbir siyasî hareket kendini tanımlarken sadece yerel bir dil kullanamaz. Muhafazakârlık, küresel bir siyaset çizgisinin adıdır artık.
Nitekim AKP’nin Kurucu Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, hükümet programını TBMM’de sunarken (18 Mart 2003), AKP’nin siyasî kimliğinin “Muhafazakâr Demokrat” (MD) olduğunu vurguluyor ve MD’lığı şöyle tanımlıyordu:
“Kendi düşünce geleneğimizden hareketle, yerli ve köklü değerler sistemimizi evrensel standarttaki muhafazakâr siyaset çizgisiyle yeniden üretmek.”
Tanımı bileşenlerine ayırmamızda yarar var:
Kendi düşünce geleneğimiz var ve oradan hareket edeceğiz.
Yerli ve köklü bir değer sistemimiz var.
Evrensel standartta bir muhafazakâr siyaset çizgisi var.
Kendi değer sistemimizi, bu evrensel standarttaki çizgiye bakarak yeniden üreteceğiz.
Bu tanımı yaptıktan sonra, Sn. Erdoğan şu üç belirlemeyi yapıyordu:
Siyaset bir uzlaşı alanıdır.
Siyasetin meşruluğu, siyasi iktidarın varolan toplumu tanıması, işlevlerini onun irade ve değerlerine uygun olarak yürütmesine dayanır.
Siyasi otoritenin (devlet ve hükümet) sınırlandırılması gerekir.
Hiç kuşku yok ki, yukarıdaki tanımda geçen ‘evrensel’ ifadesi, ‘Batılı’ demektir. Batı ile ister Avrupa ister Amerika; Avrupa ile ister Fransa ister İngiltere kasdedilsin; evrensel terimi ile, 19’uncu yüzyıldan bu yana kapitalist sistemin merkezinde üretilen ve uygulanan bir ideolojiye, bir siyasi stratejiye gönderme yapılmaktadır. Ayrıca Sn. Başbakan, yaptığı belirleme ile, Türkiye’deki mevcut siyasi otoritenin “varolan toplumu tanımadığını”, “işlevlerini onun irade ve değerlerine uygun yürütmediğini” ima etmektedir. MD, toplum ile devlet arasındaki bu ikiliği ortadan kaldırmayı hedefliyor gibidir.
 
Erdoğan-Disraeli Hattı
Tayyip Erdoğan’dan 135 yıl önce, İngiltere’ye başbakan olan Benjamin Disraeli de o günkü toplumda var olan bir ikiliği ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Erdoğan’ın şiir kasetine karşı, Disraeli eli kalem tutan bir romancıydı ve 1845 yılında SYBIL adlı bir roman yayımlamıştı. İngiltere’de iki ulus var, diyordu Disraeli: Aralarında hiçbir ilişki ve sempati olmayan, sanki farklı gezegenlerde yaşayan, birbirlerinin alışkanlıklarından, düşünce ve duygularından habersiz, ayrı soylardan gelen, ayrı yiyeceklerle beslenen, ayrı yasalara tâbi olan.. iki ulus: “Zenginler ve Yoksullar”.
Liberaller, iki ulusu tek ulusa indirmenin piyasaya bırakılması gerektiğini söylüyorlardı. Sosyalistlere göre, tek ulus olmanın biricik yolu, yukarıdaki ulusu bilek gücüyle aşağı çekmekti. Muhafazakârlar, âheste ıslahat yanlısıydılar. “Serbest piyasacılık oligarşinin ve dışlamanın öğretisidir,” diyordu Disraeli; “liberal görüşler ancak zengin ve güçlü olanlara uygun”du. Liberal iktisatçılar kâğıt üzerinde otomatik dengeli ekonomi hayalleri kuradursunlar, “büyük Whig aileler halkın mülküne konmak için bir asırda Kilise’yi talan etmiş, sonraki asırdaysa Krallığın gücünü yanlarına çekmek için hanedanı değiştirmişlerdi.” Liberal Whigler “yolsuzlukları ayyuka çıkmış, millet-karşıtı bir parti idiler ve uzun vadede İngiliz ulusunu karşılarında bulacaklardı.”
Sosyalistler kendilerini liberalizm-karşıtı olarak konumlandırmış olsalar da, Muhafazakârlara bakarak hizaya girdiler. Sosyal Demokrasi, muhafazakârlaşmış sol siyaset demekti. Muhafazakârlar da, Sosyal Demokratlar da konsantre sermaye gücünün piyasaları kendi haline bırakamayacağının bilincindeydiler. Sanayi kapitalizmi, planlanmış piyasa sistemiydi. Dolayısıyla, planlanmış bir reform politikası ile kitleleri hem siyasî sürece katmaya, hem de ekonomik güvenliklerini sağlamaya çalıştılar. Sonunda belki iki ulusu tek ulus haline getiremediler ama, alttaki ulusun rıza ve sadakatini ‘satın almayı’ başarabildiler. Sanayi toplumunda liberal siyasî elitin yapamadığını, muhafazakârlar ve sosyal demokratlar yapmış; ekonomik elitleri rahatlatmışlardı. Kapitalizm güvenle uluslararası sulara açılabilirdi.
 
Disraeli-Wilson Hattı
Yirminci yüzyılda Disraeli’nin iki ulusunun yerini Wilson’ın iki dünyası aldı: Önceleri Doğu ve Batı, sonra Kuzey ve Güney, bazen de Birinci ve Üçüncü Dünya diye adlandırılan iki dünya. Zenginler ve Yoksullar. Sanıldığı gibi Hür Dünya ve Komünist Dünya değil. İkinci Dünya denen SSCB ve alt-sistemi, muhafazakâr Birinci Dünyanın ‘sosyal demokrat’ sigortası idi. Liberal, idealist gibi etiketlerle siyaset literatürüne giren Wilson katıksız muhafazakârdı: Kapitalist sistem ulusal sınırları aşmış, klasik imparatorlukları parçalamıştı. Sömürge imparatorlukları da sürüp gidemezdi. Kapitalizmi artık dünya çapında ‘muhafaza etmek’ gerekiyordu. Dünyayı demokrasi için emin hale getirme sloganı, hakikatte kapitalizm için emin hale getirmek demekti. (Başkalarının demokrat olup olmaması, tecritçiliği o zamana kadar bir amentü haline getirmiş Amerikalıları niçin ilgilendirsindi?)
Disraeli emperyalist, Wilson anti-emperyalistti. Fakat bu iki zıt konum iki zıt ahlâkın değil, iki farklı konjonktürün eseriydi. Disraeli Sybil’i yazdığı sıralar afyon almadığı için Çin’e savaş açan İngiltere (Liberallere göre Çin, gençliğini uyuşturan ve ipeğini yok pahasına sattıran afyonu ithal etmemekle serbest ticaret düzenine karşı suç işliyordu!), romancımız başbakan olduğunda Almanya ile sömürge kapma yarışına girmek zorundaydı. Wilson ise sömürgeciliğe karşı çıkmakla, alan boşaltıyordu: Avrupalıların elinden çıkan ülkeler, müstakbel bir küresel devletin ilave ‘eyaletleri’ olacaktı.
 
Wilson-Bush Hattı
İkinci Dünya Savaşı ABD’yi ilan edilmemiş Küresel Devlet haline getirdi. Yüz yıllık bir perspektifle, 1950-2000 arası hegemonya evresi, 2000-2050 arası ise imparatorluk evresi olarak tasarlandı. Tasarımın özü şuydu: Nasıl olsa ekonomik bakımdan birileri kendilerine ‘yetişecek’ti. (Kapitalizm sürdükçe aksi düşünülemezdi.) Bunu minimum katkıyla başaracak olanlar, savaş öncesi ABD’ye kafa tutacak kadar ‘gelişmiş’ olanlardı: Almanya ile Japonya. O halde bunlara ekonomik katkı yapmak, karşılığında ise onları ordusuz bırakmak en makul yoldu. Bugün Japonya ikinci, Almanya ise üçüncü büyük ekonomik güçtür; fakat her ikisi de ABD işgali altındadır!
Küresel Devlet’in muhafızları neo-conlardır: Yeni Muhafazakârlar. Maniheist zihniyet devam ediyor: Disraeli’nin iki ulusunun yerini nasıl Wilson’ın iki dünyası aldıysa; iki dünyanın da yerini Bush’un iki medeniyeti alıyor: İyilerin Medeniyeti, Kötülerin Medeniyeti. Demokrasi Medeniyeti, Terör Medeniyeti. Bunun da planlandığını rahatlıkla söyleyebiliriz: Yirmi yıl önce Reagan yönetimi, ortada hiçbir önemli terör vakası olmamasına rağmen, terörizmi “en büyük uluslararası sorun” ilan etmişti. 1980-85 döneminde ABD’de terörden ölenlerin sayısı sadece 17, olağan cinayetlerden ölenlerin sayısı ise 150 binin üzerindeydi. Keza 1988-92 döneminde ABD’de bir tek ciddi terör vakası yaşanmadığı halde, Amerikan kütüphaneleri terörizm fasıl başlığı altında 1322, terörist başlığı altındaysa 121 kitabı katalogladılar (OCLC WorldCat Database). İstatistiksel olarak gayri mevcut bir konu üzerinde bütün bir akademi ve yayın dünyasının seferber edilmesi ancak büyük bir planın parçası olabilirdi.
 
Bush-Erdoğan Hattı
Yeni muhafazakârlığın emektar kuramcılarından Huntington terör medeniyetini İslâm olarak ilan etse de, bunu siyaset diline bu şekilde çevirmek uygun düşmezdi. Müslümanları kendi aralarında iyiler ve kötüler diye iki gruba ayırmak ve birinciden yararlanarak ikincileri haklamak daha akıllıcaydı. Nitekim “Siyasal İslâm” uzmanı Olivier Roy, Başbakan Erdoğan’ın ABD seyahati öncesinde Davos’ta AA muhabirine verdiği mülakatta bu bakış açısını şöyle açıklıyordu: “ABD’nin İslâm’a saldırmak gibi bir politikası yok. Amacı kendince İyi Müslümanlar ile Kötü Müslümanlar arasında ayırım yapmak. Bu çerçevede ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacı var. Washington, Türkiye ile ilişkileri onarmak istiyor ve Başbakan Erdoğan’ın ziyaretini bir fırsat olarak görüyor. Bunun iki nedeni var: Birincisi Türkiye’nin bilinen stratejik konumu, NATO içindeki rolü, İran’a karşı konumu, İsrail ve Kafkaslarla ilişkileri... Ayrıca, ABD radikal Müslüman ülkelere karşı ılımlı Müslüman ülkelerin yükselmesini istiyor. Tayyip Erdoğan burada Amerika’nın yaptığı tarife çok uyuyor.”
ABD’nin birçok şeyi planladığını söylemek, planların mutlaka gerçekleştiği veya gerçekleşeceği anlamına gelmez. Ne Almanların, ne de Japonların bu denli hızla yükseleceklerini ummuşlardı. Almanya merkezli bir AB, Amerikalıların korkulu rüyasıdır artık. Rüyanın kâbusa dönüşmemesi için, Rusya’ya büyük tavizler vererek kendi saflarında tutmak zorundadırlar. Çin’e karşı her yıl 100 milyar doların üzerinde ticaret açığına göz yummaları da ekonomik olmaktan çok, stratejiktir. Fakat her iki güce yaptıkları katkının yarın kendilerine karşı kullanılmayacağının garantisi yoktur.
Türkiye’yi Soğuk Savaş şartlarında tutma girişiminin başarısızlığa uğraması da bu kabildendir. Türk devleti yeni Orta Doğu politikası ile ABD için kolay lokma olmadığını ortaya koymuştur. Roy ile mülakatta geçen “ilişkilerin onarılması” ifadesi manidardır. İlişkileri bozan sadece hükümet olsaydı, bu denli alayişe gerek olmazdı. Roy’nın belirttiği gibi, “Irak’a asker gönderilmesine Silahlı Kuvvetler de karşıydı. Evet, hem hükümet içinde, hem TSK içinde asker gönderilmesini savunanlar da vardı; fakat bu konuda hükümet bir yanda, ordu bir yanda değildi.”
 
AKP İktidarının Ekonomi Politiği
AKP’yi iktidara getiren, Türk milletinin “hükümet bir yanda, ordu bir yanda” ikiliğini sona erdirme arzusudur. Türkiye burjuvazisi Disraeli’nin resmettiği “Whig oligarşisi”ne rahmet okutturuyordu. Nasıl “büyük Whig aileler halkın mülküne konmak için Kilise’yi talan etmiş, Krallığın gücünü yanlarına çekmek için de hanedanı değiştirmiş” iseler, Türk sermayedarlar küresel pazarda yer almaya çabalayacaklarına, içeride yüksek reel faizli rant düzeninin bozulmaması için Batı Çalışma Grubu benzeri oluşumları kullanmışlardı. Nasıl liberal Whigler “yolsuzlukları ayyuka çıkmış, millet-karşıtı bir parti olduklarından uzun vadede İngiliz ulusunu karşılarında bulacak” idiyseler, ANAP-DYP gibi ‘liberal’ hortumlama mekanizmaları da sonunda Türk milletini karşılarında buldular. AKP iktidarı, Tayyip Erdoğan’ın karizmasının şuursuz bir kalabalığı peşinden sürüklemesi değil, ne yaptığını gayet iyi bilen şuurlu bir milletin sorumsuz devlete el koymasıdır.
Başbakan Erdoğan yukarıda değinilen konuşmasında, siyasî iktidarın varolan toplumu tanımadığından, işlevlerini onun irade ve değerlerine uygun biçimde yürütmediğinden yakınmakta ve bu ikiliği ortadan kaldırmaya talip olduğunu hissettirmektedir. Burada “siyasî iktidar”dan kasıt sadece hükümet olamaz. Sosyologların “power elite” diye tanımladıkları topyekûn iktidar seçkinleri kastediliyor olmalıdır. Bunlar da seçilmiş siyasetçilerin yanı sıra, askerî ve sivil bürokrasi ile ekonomik seçkinlerdir.
Ekonomik elit diye niteleyebileceğimiz büyük sanayi gruplarının hali içler acısıdır. Bunlardan birinin tepe yönetiminde yıllarca bulunan ciddi bir iktisatçı, okuduğunuz yazıyı dergiye yetiştirmeye çalıştığım gün şunları yazıyordu: “Sakıp Sabancı, 2003 yılında Sabancı Topluluğu’nun cirosunun 11,6 milyar dolara, kârlılığının 1,7 milyar dolara ulaştığını açıkladı. Topluluğun CEO’su ise, bizi su, süt ve yoğurtta, çikolata ve bisküvide göreceksiniz dedi. Koç Topluluğu ve Sabancı Topluluğu Türkiye’de sanayileşme hareketinde önde koşan özel sektör gruplarıdır. Vehbi Koç, bakkal olarak işe başladı ama, Türkiye’de ilk büyük yabancı sermaye yatırımı olan General Elektrik ampul fabrikasını kurdu. Ford’u Türkiye’ye getirdi. Otosan’da ilk Türk otomobili Anadol’u üretti. Döküm fabrikası kurdu. Motor fabrikası kurdu. Tofaş’ı, Arçelik’i, Beko’yu kurdu. Demir Döküm’ü kurdu. Hacı Ömer, pamuk işçisi olarak işe başladı ama, hemen bir yağ fabrikası kurdu. Bossa’yı kurdu. Çocukları Sasa’yı, Lassa’yı, Kordsa’yı kurdu. Ortak olarak çok sayıda uluslararası firmayı Türkiye’ye getirdi. Toyota, Du Pond, Mitsubishi gibi firmalarla ortak yatırımlar gerçekleştirdi. Şimdi bakıyoruz... Türkiye’nin bu en büyük iki sermaye grubunun masasında tek bir büyük proje yok. Su satıyorlar. Süt ve yoğurt, domates, patates satıyorlar. Makarna üretiyorlar, toz çorba yapıyorlar. Vehbi Koç seksen yıl önce bakkal dükkanında kaşar peyniri satmıştı. Koç Topluluğu şimdi kaşar peyniri satmak için dükkan açıyor. Rakı üretmeye çalışıyor. Sabancı Topluluğu, sanayide önder olmakla övünür, her bir tesisin kendi sektöründe dünyanın sayılı tesisleri arasında yer aldığını belirtirdi. Şimdi Sabancı Topluluğu da sanayicilikten bıkmış, bakkaliye işine yönelmiş durumda. Milli Piyango’yu satın alarak piyangoculuk yapmaya çalışıyor.” (Güngör Uras, “Büyükler büyük oynamıyor,” Milliyet, 26 Ocak 2004.)
AKP kısa yükseliş sürecinde, üretimden kopup kolay ticaret ve faizcilik yoluyla ülke kaynaklarını emen bu kısır sermaye sınıfına karşı, dinamik Anadolu sermayesine destek vereceğini vaat etmişti. Aslında yapacağı tek destek, daha önceki hortumları kesmek ve zümreler arasında fark gözetmemekten ibaretti. Yerli veya millî muhafazakârlık, bu bağlamda hakiki piyasa serbestisinden yana olmaktır. Vergi gelirlerinin beşte dördünü alıp götüren iç borç faiz ödemeleri devam ettiği müddetçe, hükümetin muhafaza ettiği şey serbest piyasa değil, bir tür siyasî kapitalizm olacaktır. Hâlâ ödenmekte olan reel faizin, doların yıllık cari faizini 10’a katlamakta olduğunu unutmayalım!
İktidar seçkinlerinin sivil bürokrasi ayağı felçli, askerî bürokrasi ayağı ise şaşkındır. Felci iyileştirmek, şaşkınlığı gidermek ‘aydınlanmakla’ mümkündür. Aydınlanmak, Kant’ın formülasyonunu kullanırsak, “kendi aklını kullanma cesaretini göstermek” demektir. Bürokrasimiz yüz, belki iki yüz yıldır Batılının aklını kullanmayı aydınlanma sanıyor. Fakat deniz bitmiş, hesaplaşma anı gelip çatmıştır. Var olabilmek için ödünç akıldan kurtulmalı, kendi aklını kullanmaya cüret etmelidir. (Üniversite akıl üretmekten aciz, medya ise varlığını sermaye gücüne borçlu olduğundan, bürokrasi ‘kendi aklını’ üretmek zorundadır.) Millet AKP’yi büyük farkla iktidara getirmekle, bürokrasiye akıllanın/aydınlanın, içerideki kısır sermaye oligarşisi ile dışarıdaki emperyal oligarşinin oyuncağı olmayın! ihtarını vermiştir.
 
Millî ve Evrensel Muhafazakâr!
AKP iktidarı telaşlı bir iktidardır. Aynı anda birçok cephede savaşmaktadır, diyecekken, Başbakanın “Siyaset bir uzlaşı alanıdır,” sözünü hatırlıyor ve uzlaşmaktadır, diyorum. Peki aynı anda, çıkar, düşünce ve zihniyetleri farklı iç ve dış zümrelerin hepsiyle uzlaşmak mümkün müdür?
Türkiye’de herhangi bir iktidar büyük güçlerle, ancak kendi gücüyle mütenasip ilişkiler kurabilir. “İktidarın gücü” teorik olarak milletten geliyor olsa da, fiiliyatta hükümet ile iktidar seçkinleri arasındaki yön ve kumanda birliği ile irtibatlıdır. Kırk yıl boyunca AB üyeliği ekonomik ve bürokratik elitin hayali iken, bugün sadece hükümetin inisiyatifiyle sürdürülüyorsa, kazançlı bir noktaya ulaşılması mümkün değildir. Yarım yüzyıldır devlet desteği altındaki ekonomik elit niçin hayatî sektörlerden çekilmekte, marketçilik ve piyangoculukla ayakta durmak istemektedir? Onlara (millet kesesinden) bunca yatırım yapmış olan bürokrasi niçin bu gidişe sessiz kalmaktadır?
Muhafazakârlık bu iki grupla millet aleyhine uzlaşı olacaksa, Başbakanın sözünü ettiği ikilik sona ermeyecek, siyasî ve gayri siyasî iktidar “varolan toplumu tanımamaya, işlevlerini onun irade ve değerlerine uygun biçimde yürütmemeye” devam ediyor olacaktır. Ekonomik elit, AB ile bütünleşme sürecinde kendini “acentelik” işlevine hazırlamakta; bürokratik elit ise sadece eski imtiyazlarına gözyaşı dökmektedir. Siyasî iktidarın gücü bunlarla uzlaşma maharetinden çok, onları hizaya sokma becerisinde yatmaktadır. Uzlaşı için verilecek her taviz, büyük güçler karşısında Türkiye’nin elini zayıflatacaktır. Muhafazakârlık basiretli ıslahattır; fakat küresel güçlerle rekabet yerine onlarla işbirliği (pasif ortaklık) hayali içindeki bir ekonomik elit ıslah edilemez. Millî muhafazakârlık, asalak ‘seçkinlerin’ ayrıcalıklarının değil, millet varlığının muhafazasıdır. Whig oligarşisine karşı Disraeli’nin becerdiği iş budur.
Evrensel muhafazakâr siyaset çizgisi ise, ABD odaklı bir sermaye oligarşisinin stratejisi olmuştur. Demokrasi, bu stratejinin makyajıdır. Hükümet ve iktidar seçkinlerinin yapması gereken, bu küresel militarist oligarşinin şerrinden emin olunabilecek iç ve dış şartları oluşturmaya çabalamaktır. Wilsoniyen muhafazakârlığın hedefi dünyayı kapitalizm için emin bir yer haline getirmekti. Bushçu muhafazakârlığın hedefi dünyayı Amerikan militarizmi için emin bir yer haline getirmektir. Türk muhafazakârlığının hedefi, dünyayı kapitalizmin ve Yeni Muhafazakârlığın şerrinden emin olunabilecek bir yer haline getirmek olmalıdır. Aksi halde, üst kattaki sınıf/ulus/medeniyete kusursuz hizmet sürüp gidecektir.

Paylaş Tavsiye Et