Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (May 2009) > Yüzleşiyorum > Merkez’e üç filozof: Hegel, Comte, Spencer
Yüzleşiyorum
Merkez’e üç filozof: Hegel, Comte, Spencer
Mustafa Özel
MED­YA, mu­ha­le­fet par­ti­le­ri ve yük­sek dev­let ka­de­me­le­ri el ele ve­re­rek ye­te­nek­li üç Türk yurt­ta­şı­nın Mer­kez Ban­ka­sı’nı yö­net­me­le­ri­ni en­gel­le­di­ler. On­la­rın ye­ri­ne, el­le­rin­den gel­se, baş­lık­ta­ki üç fi­lo­zo­fu ata­ya­cak­lar. Akıl­la­rı er­se, di­ye­cek­ken, vaz­geç­tim. Çün­kü, akıl­la­rı er­se, hâ­lâ sü­rüp git­mek­te olan kü­re­sel ve ulu­sal dü­zen­siz­li­ğin te­me­lin­de bu üç fi­lo­zo­fun kat­kı­sı­nın ne ka­dar bü­yük ol­du­ğu­nu an­lar ve “Türk gi­bi” dü­şün­me­ye yö­ne­lir­ler­di. “Türk gi­bi” dü­şün­me­den, Tür­ki­ye’nin önü­nü aç­mak ve Türk’ü mut­lu et­mek müm­kün ol­ma­ya­cak­tır!
Ön­ce, ken­di­le­ri­ne kar­şı “po­zi­ti­vist ci­hat” ilan edi­len üç yurt­ta­şın ni­te­lik­le­ri­ne ba­ka­lım: Üçü de elit okul­lar­dan me­zun: Ga­la­ta­sa­ray, TED Ko­le­ji, ABD’de bir li­se. Me­zun ol­duk­la­rı üni­ver­si­te­ler: OD­TÜ, Bo­ğa­zi­çi. Mas­ter ve/ve­ya dok­to­ra yap­tık­la­rı üni­ver­si­te­ler, ABD ve İn­gil­te­re’nin ‘top’ aka­de­mi­le­ri. İş de­ne­yim­le­ri de en az eği­tim­le­ri ka­dar yük­sek ni­te­lik­li. Tek ve or­tak ‘ku­sur­la­rı’: Eş­le­ri ba­şör­tü­lü.
Ba­şör­tü­sü­nün eko­no­mi-po­li­ti­ği­ne da­ir çok şey ya­zıl­dı. Ger­çek­ten de ba­sit bir ‘bez par­ça­sı’nın bu ka­dar ge­ri­li­me da­ya­nak ya­pıl­ma­sı sos­yal grup­la­rın çı­kar­la­rıy­la bağ­lan­tı­sız ola­maz. İmam Ha­tip­li­lik ve­ya ör­tü­lü ol­mak, eği­tim ala­nın­dan baş­la­ya­rak bir­çok ‘pi­ya­sa’nın be­lir­li züm­re­le­rin te­ke­lin­den çı­ka­rıl­ma­sı­na yol aç­tı­ğı için dış­la­nı­yor ol­ma­lı. Din­dar in­san­lar ‘pi­ya­sa’nın ne ka­dar uza­ğın­da tu­tu­la­bi­lir­se, yıl­lan­mış te­kel­ci­ler sal­ta­nat­la­rı­nı o ka­dar ra­hat sür­dü­re­bi­lir­ler. Böy­le yap­tık­la­rın­da si­ya­sî sis­te­mi tı­ka­yıp kri­ze yol aç­mış ola­cak­la­rı­nı hiç mi hiç umur­sa­mı­yor­lar. “Türk gi­bi” dü­şün­me­me­nin do­ğal so­nu­cu­dur bu. Ya­ni na­mus­suz­lu­ğun. Tür­ki­ye’de 200 yıl­dır tar­tış­tı­ğı­mız “ge­ri kal­mış­lı­ğın” tek se­be­bi, Meh­met Akif ve nes­li­nin dü­şün­dü­ğü gi­bi ‘ce­ha­let’ de­ğil, iş bu na­mus­suz­luk­tur!
 
Na­mus­lu Na­mus­suz­lar
Her prob­le­min kö­kü­nü dı­şa­rı­da ara­mak doğ­ru de­ğil. Sis­te­mi tı­ka­yan ha­ri­cî fak­tör­ler ne ka­dar mü­him olur­sa ol­sun, ön­ce dö­nüp da­hi­lî sis­te­mi sor­gu­la­ma­lı­yız. Üni­ver­si­te yıl­la­rın­da çok tar­tış­tı­ğı­mız ko­nu­lar­dan bi­ri “Ge­ri Bı­rak­tı­rıl­mış­lık” idi. Biz mi ‘ge­ri kal­dık’, on­lar (ka­pi­ta­list Ba­tı) mı bi­zi ‘ge­ri bı­rak­tır­dı’? Ce­mil Me­riç, bir gün İs­ma­il Cem’in ki­ta­bın­dan ha­re­ket­le yap­tı­ğı­mız tar­tış­ma­yı şu hü­küm­le bağ­la­mış­tı: “Ham in­san, her me­se­le­nin kay­na­ğı­nı ken­di dı­şın­da arar. Su­çu hep baş­ka­sı­na yük­ler. Ol­gun­laş­ma­ya baş­la­dık­ça, ken­di­ne dö­ner ve ken­di ku­sur­la­rı­nı araş­tı­rır. Me­se­le­nin kay­na­ğı­nı baş­ka­sın­da de­ğil, ken­din­de arar. Tam ke­mâ­le erin­ce de, ne ken­din­de arar, ne baş­ka­la­rın­da!”
Şu­ra­sı açık: Sis­te­min tı­kan­mış ol­ma­sın­dan çı­kar sağ­la­yan­lar ol­ma­sa, tı­ka­nık­lık da­ha ko­lay, da­ha ça­buk aşı­lır. Ama bir de, tı­ka­nık­lık­tan dik­ka­te de­ğer bir fay­da sağ­la­ya­ma­dı­ğı hal­de, ona kat­kı­da bu­lu­nan­lar var. Ve ga­li­ba on­lar yü­zün­den iş­ler bir tür­lü hâ­le yo­la gir­mi­yor. Kim­dir bun­lar? Na­mus­lu na­mus­suz­lar. Ay­dın, bü­rok­rat, dev­let ada­mı, iş ada­mı, sen­di­ka­cı, ve­sai­re. Ger­çek­te bel­ki na­mus­lu, fa­kat ha­ya­tın akı­şı için­de na­mus­suz olup çı­kı­ve­ren­ler. Mas­lo­bo­yev’ler.
Dos­to­yevs­ki, 145 yıl ön­ce yaz­dı­ğı bir ro­man­da, tam bir na­mus­lu na­mus­suz ti­pi çi­zi­yor­du: “Mas­lo­bo­yev öte­den be­ri hoş, ama iç­ten pa­zar­lık­lı, kur­naz, uya­nık, ana­sı­nın gö­zü bir ço­cuk­tu. Ama as­lın­da te­miz kalp­liy­di. Yo­lu­nu yi­tir­miş bir in­san... Rus top­lu­mun­da çok­tur böy­le­le­ri. Ge­nel­lik­le, bü­yük ye­te­nek­le­ri olan kim­se­ler­dir bun­lar; ama akın­tı­ya ka­pıl­mış­lar­dır bir ke­re; üs­te­lik, ba­zı yön­le­ri za­yıf ol­du­ğun­dan, bi­le bi­le, vic­dan­la­rı­nın gös­ter­di­ği­nin tam ter­si­ni ya­par­lar; göz gö­re gö­re sü­rük­le­nir­ler uçu­ru­ma.” Mas­lo­bo­yev’ler ol­ma­sa ka­tık­sız na­mus­suz­lar uzun sü­re pa­yi­dar ola­maz, sis­te­mi böy­le­si­ne tı­ka­ya­maz­lar­dı.
 
Üç Fi­lo­zof, Üç Hâl Ka­nu­nu
He­gel, Com­te ve Spen­cer, 19. yüz­yıl Av­ru­pa’sı­nın üç cen­gâ­ver ka­fa­sı. Dü­şü­nen ye­ri­ne cen­gâ­ver (sa­vaş­çı) ke­li­me­si­ni ge­li­şi­gü­zel kul­la­nı­yor de­ği­lim. Her üç dü­şü­nü­rün de Av­ru­pa dı­şı top­lum­la­ra ba­kı­şı cen­gâ­ver­ce­dir.
He­gel’e gö­re Ruh (Ge­ist), ta­rih­sel ev­ri­min, için­de ger­çek­leş­ti­ği or­tam­dır; onun ale­ti ve ya­kı­tı­dır. Ta­rih, Ruh’un po­tan­si­yel ba­kım­dan ol­du­ğu şe­yi bir tez-an­ti­tez di­ya­lek­ti­ği için­de iş­le­me­si­dir. Bu di­ya­lek­ti­ğin ilk aşa­ma­sı ve­ya ço­cuk­luk ça­ğı Çin ve Hint me­de­ni­yet­le­riy­le ör­nek­len­di­ri­le­bi­lir. Bu Do­ğu Dün­ya­sı aşa­ma­sı­nın te­mel vas­fı ta­rım­sal ol­ma­sı ve Ruh’un ta­bi­at­la bir­lik oluş­tur­ma­sı­dır. Top­lum ken­di­ni ger­çek­leş­ti­ren öz­gür­lü­ğe doğ­ru ta­rih-ya­pı­cı adım­lar at­ma po­tan­si­ye­li­ne sa­hip bir pat­ri­yar­kal şah­si­ye­tin hük­mü al­tın­da ör­güt­len­miş ol­sa da, öz­gür­lük sü­reç­le­ri te­sis edil­me­miş­tir. Öz­gür­lü­ğe doğ­ru atıl­mış bir­kaç adım, bu me­de­ni­yet­le­ri ta­rih yo­lun­da pek iler­let­me­miş­tir. Yu­nan Dün­ya­sı ise, ta­ri­hî di­ya­lek­ti­ğin genç­lik aşa­ma­sı­dır. Bir ay­rıl­ma ev­re­si­dir bu: Ruh bu ev­re­de ken­di için­den yan­sır ve ba­sit bir ita­at ve iti­mat ko­nu­mun­dan kur­tu­lur. Üçün­cü ya­ni er­gen­lik aşa­ma­sı­nı Ro­ma Dün­ya­sı tem­sil eder. Bu ev­re­de bi­re­yin ken­di­ne ait amaç­la­rı var­dır; fa­kat bun­la­rı an­cak bir ev­ren­se­lin, ya­ni dev­le­tin hiz­me­tin­de ger­çek­leş­ti­re­bi­lir.
Dör­dün­cü aşa­ma­yı Hı­rıs­ti­yan Dün­ya­sı tem­sil et­mek­te­dir. Yaş­lı­lık ve­ya ol­gun­luk ev­re­si­dir bu. Bu ev­re­de ila­hî (do­ğal de­ğil, ila­hî) ruh “dün­ya­ya ge­lip bi­re­yin nef­si­ne yer­le­şir… Bi­rey şim­di ar­tık ta­ma­men öz­gür­dür... Bu, öz­ne­lin nes­nel ruh ile ger­çek­leş­ti­ril­me­si­dir.” Be­şin­ci aşa­ma, muh­te­me­len Ame­ri­ka’da­ki bir dev­let ve onun ey­lem­le­ri bi­çi­min­de zu­hur ede­cek­tir. Bu­nun bir Ku­zey-Gü­ney ça­tış­ma­sı içer­me­si müm­kün­dür.
He­gel’in beş­li ge­li­şim şe­ma­sı, Com­te’ta üç hâl ya­sa­sı­nı esin­le­di. Ken­di­ni ye­ni in­san­lık di­ni­nin en yü­ce ra­hi­bi sa­yan pla­to­nik Fran­sız, dün­ya­nın ge­le­cek­te sos­yo­log-ra­hip­ler ta­ra­fın­dan yö­ne­ti­le­ce­ği­ni düş­lü­yor­du. Düş­le­mi­yor, ‘bi­li­yor’du. Kir­len­me­mek için baş­ka­la­rı­nın eser­le­ri­ni oku­ma­yan Fran­sız, in­san dü­şün­ce­si­nin üç epis­te­mo­lo­jik aşa­ma­dan geç­ti­ği­ne ina­nı­yor­du: 1300’le­re ka­dar uza­nan te­olo­jik aşa­ma, 1300-1800 ara­sı me­ta­fi­zik aşa­ma ve 1800’ler­de baş­la­yan po­zi­ti­vis­tik aşa­ma. Son aşa­ma bi­li­me ve sa­na­yi üre­ti­mi­ne da­ya­nı­yor­du ve ba­rış­çıl bir dün­ya­nın önü­nü aça­cak­tı.
Spen­cer, Com­te’un po­zi­ti­viz­mi­ne Tan­rı’yı ek­le­di: Ame­ri­kan top­lu­mu için mü­kem­mel bir ka­rı­şım. İn­san­lık üç ev­re­den geç­miş­ti; dör­dün­cü­sü­nün eşi­ğin­dey­dik. Ge­ri­de ka­lan aşa­ma­lar bar­bar­lık, mi­li­tan­lık ve (hâ­len için­de bu­lu­nu­lan) sa­na­yi aşa­ma­la­rıy­dı. Bar­bar­lık­ta cin­si­yet dı­şın­da top­lum­da he­nüz hiç­bir te­mel fark­lı­laş­ma mey­da­na gel­me­miş­tir. Mi­li­tan top­lum­da iş­lev ve sı­nıf fark­la­rı or­ta­ya çı­kar. Bi­re­yi yu­tan des­po­tik dev­let­ler ara­sın­da­ki sa­vaş­lar­la te­ma­yüz eden bu top­lum­lar­da, sa­vaş­çı ye­te­nek­le­ri­ni en faz­la ge­liş­ti­ren­ler üst­te ka­lır­lar. Ba­rış­çıl sa­na­yi top­lu­mu­nun mer­ke­zin­de ise bi­rey bu­lun­mak­ta­dır. Do­ğal se­lek­si­yon yo­luy­la, ba­ğım­sız, ki­bar ve dü­rüst bir sa­na­yi ti­pi bi­rey mey­da­na ge­lir. Me­de­ni­yet bu­nun­la so­na er­mez; ken­di­ni çok yü­ce fa­ali­yet­le­re ada­yan müs­tak­bel bir bi­rey ti­pi da­ha ola­cak­tır.
As­lın­da lis­te­ye baş­ta Marx ol­mak üze­re çok sa­yı­da 19. yüz­yıl Av­ru­pa dü­şü­nü­rü­nü de da­hil ede­bi­li­riz. Hep­si­nin or­tak ya­nı, ge­nel­de Av­ru­pa in­sa­nı­nın, özel­dey­se biz­zat ken­di­le­ri­nin, in­san dü­şün­ce­si­nin zir­ve­si­ni tem­sil et­ti­ği­ni dü­şün­me­le­ri­dir. İn­sa­noğ­lu­nun al­tı te­mel bi­lim ge­liş­tir­di­ği­ni söy­le­yen Com­te, ma­te­ma­tik­ten baş­lı­yor, sos­yo­lo­jiy­le lis­te­si­ni nok­ta­lı­yor­du. (Ara­da­ki­ler: As­tro­no­mi, fi­zik, kim­ya ve bi­yo­lo­ji.) Sos­yal bi­lim de te­olo­jik ev­re­den me­ta­fi­zik ev­re­ye geç­miş­ti. Po­zi­ti­vist ev­re, Com­te’un ese­riy­le baş­lı­yor­du!
İkin­ci or­tak yan­la­rı, mo­dern Av­ru­pa top­lu­mu­nun ba­rış­çı, baş­ta As­ya ol­mak üze­re di­ğer top­lum­la­rın ise sa­vaş­çı ol­du­ğu­na inan­ma­la­rıy­dı. Av­ru­pa­lı­nın elin­de, bil­gi­yi tem­sil eden ki­tap; As­ya­lı­nın elin­de ise sa­va­şı tem­sil eden kı­lıç var­dı. On­la­rı kı­lıç­tan kur­ta­ra­cak tek şey, ma­ki­na ve ulus­luk bi­lin­ciy­di. 20. yüz­yı­lın Av­ru­pa ve dün­ya­sı­nı ka­na bu­la­yan ma­ki­na ve ulus!
 
Ya­ra­sa­lar Ül­ke­yi Sar­dı!
Türk ay­dın ve bü­rok­ra­tı, ge­nel ola­rak, 19. yüz­yıl Av­ru­pa dü­şü­nü­rü­nün ki­şi­lik­siz bir kop­ya­sı­dır. On­la­rın 200 yıl ön­ce ‘kast-ı mah­su­sa’ ile yaz­dık­la­rı­nı, bu­gün bir amen­tü gi­bi ez­ber­le­yip tek­rar et­mek­te­dir. Me­sut Yıl­maz’ın baş­ba­kan­lı­ğı sı­ra­sın­da ba­şör­tü­lü öğ­ren­ci­ler için kul­lan­dı­ğı ya­ra­sa sı­fa­tı bu ba­kım­dan çok an­lam­lı­dır. Ya­ra­sa mo­dern Av­ru­pa kül­tü­rün­de te­kin­siz bir ya­ra­tık­tır. Sa­nat eser­le­rin­de Şey­tan, ya­ra­sa ka­nat­lı ola­rak res­me­di­lir. Di­ğer kül­tür­le­rin ço­ğun­day­sa tam ak­si ge­çer­li: Ma­ya­lar ya­ra­sa­ya ko­ru­yu­cu ilah gö­züy­le ba­kı­yor­lar­dı. Ka­dîm Çin’de ta­lih sim­ge­siy­di ya­ra­sa. Beş ya­ra­sa, şu beş dün­ye­vî mut­lu­lu­ğa te­ka­bül edi­yor­du: Uzun ömür, ser­vet, sağ­lık, er­dem sev­gi­si ve do­ğal ölüm. Af­ri­ka ef­sa­ne­le­rin­de ise ya­ra­sa akıl­lı­lık ve ze­kâ­yı sim­ge­li­yor­du, çün­kü uçar­ken hiç­bir şe­ye çarp­mı­yor­du. Kla­sik an­ti­ki­te­de uya­nık­lı­ğın sim­ge­siy­di ya­ra­sa, göz­le­ri uyu­şuk­lu­ğa kar­şı dik­ka­ti sağ­lı­yor­du. Yu­nan ma­sal­la­rın­da ise akıl­lı fa­kat utan­gaç bir ya­ra­tık ola­rak res­me­di­li­yor­du.
Bu akıl­lı ve utan­gaç ya­ra­tık, po­zi­ti­vist zi­hin­ler için ka­ran­lı­ğın sim­ge­si olu­ver­di. Bu sim­ge­sel dö­nü­şüm fel­se­fî ol­mak­tan çok si­ya­sî bir tu­tu­mu yan­sı­tı­yor­du. Ulus-dev­let­çi­lik ile po­zi­ti­vizm ve lâ­ik­lik ta­rih­sel ve teo­rik ba­kım­lar­dan ilin­ti­liy­di­ler. Mo­dern dev­let en mü­kem­mel lâ­ik ku­rum­du ve oto­ri­te­yi mer­ke­zî­leş­tir­mek mak­sa­dıy­la bü­tün gayr-ı lâ­ik id­di­ala­rı ber­ta­raf et­mek zo­run­day­dı. Lâ­ik dev­le­tin dü­şün­sel meş­ru­lu­ğu­nu sağ­la­yan iki sü­tun İler­le­me (prog­ress) ile Bi­lim­ci­lik (sci­en­tism) idi. New­to­ni­yen (po­zi­ti­vist-de­ter­mi­nist) bi­lim sa­de­ce kü­çük bir bi­li­ma­dam­la­rı top­lu­lu­ğu­nun ‘nor­mal’ bi­lim an­la­yı­şı de­ğil, son iki yüz­yıl için­de dün­ya sis­te­mi­nin ege­men inan­cıy­dı. Ya­ni, bi­li­me du­yu­lan inanç epis­te­mo­lo­jik bir me­se­le ol­ma­nın çok öte­si­ne gi­dip si­ya­sî bir ol­gu ha­li­ne gel­di. Lâ­ik­lik gi­bi, bi­lim­ci­lik de dev­let­çi­li­ğin zo­run­lu ide­olo­jik da­ya­nak­la­rın­dan bi­ri ol­du. Bu da­ya­na­ğı or­ta­dan kal­dır­ma­nın çok cid­dî si­ya­sî ve kül­tü­rel so­nuç­la­rı ola­cak­tı.
Fa­kat 20. yüz­yıl, İler­le­me an­la­yı­şı­nı or­ta­dan kal­dır­dı. Bo­yu­na iler­le­di­ği var­sa­yı­lan in­sa­noğ­lu­nun fik­ren, ah­lâ­ken ve ru­hen bü­yük bir çö­küş için­de ol­du­ğu apa­çık hâ­le gel­di. İn­san­lı­ğın tim­sa­li sa­yı­lan Av­ru­pa­lı­lar, çey­rek yüz­yıl aray­la iki de­fa bo­ğaz bo­ğa­za gel­di­ler ve mil­yon­lar­ca in­sa­nın ka­nı­nı akıt­tı­lar. Av­ru­pa­lı ol­ma­yan top­lum­la­ra bir­kaç yüz­yıl­dır çek­tir­dik­le­ri de ca­ba­sı. İler­le­me ye­ri­ni en­di­şe­ye bı­rak­tı, en­di­şe kao­sa. He­gel’in 5. aşa­ma­sı­nı tem­sil eden Ame­ri­kan si­ya­sa­sı, bu­gün Or­ta Do­ğu’da kao­su ko­yu­laş­tır­ma pe­şin­de de­ğil mi?
Ka­os, ye­ni bi­li­min de anah­tar kav­ra­mı. Po­zi­ti­vist kla­sik bi­lim, ba­sit­li­ğin ve ke­sin­li­ğin bi­li­miy­di. Ye­ni bi­lim kar­ma­şık­lı­ğı ve be­lir­siz­li­ği esas alı­yor. Ev­ri­len her sis­tem, baş­lan­gıç­ta çok ba­sit gö­zük­se de, in­ki­şaf et­tik­çe kar­ma­şık­la­şı­yor. Nor­man Pac­kard, bu in­ki­şa­fa ‘iler­le­me’ di­yen­le­rin ya­nıl­dık­la­rı­nı, çün­kü ev­rim­ci sü­reç­le­rin da­ha zi­ya­de ‘te­le­olo­jik’ ol­duk­la­rı­nı söy­lü­yor. Ya­ni eş­ya, mak­sat­lı bir dav­ra­nış ser­gi­li­yor. Kla­sik bi­lim ‘mak­sat’ me­se­le­si­ni gün­dem dı­şı tu­tu­yor­du; ne var ki, ev­rim­ci sü­reç­le­rin bir­çok veç­he­le­ri mak­sat dış­lan­dı­ğı za­man an­la­şıl­maz olu­yor. Il­ya Pri­go­gi­ne de ye­ni bi­li­mi “ta­bi­at­la di­ya­log” ola­rak res­me­di­yor. Kla­sik bi­lim, tıp­kı omuz ver­di­ği dev­let gi­bi, iç ka­rar­tı­cı bir mo­no­log­du.
Türk dev­le­ti, ba­tan bir ge­mi­de. Dün­ya sis­te­mi­nin mer­ke­zî ay­gıt­la­rı (dev­let­ler/şir­ket­ler/aka­de­mi­ler...) iler­le­me ve bi­lim­ci­lik an­la­yış­la­rı­nı ter­ket­me­nin, ta­bi­at ve top­lum­la esas­lı di­ya­lo­ğun for­mül­le­ri­ni arar­ken; o hâ­lâ mo­no­log pe­şin­de. İçin­de ya­şa­dı­ğı dün­ya­nın ve hük­met­ti­ği kü­çük sos­yal sis­te­min ne öl­çü­de kar­ma­şık hâ­le gel­di­ği­ni kav­ra­mı­yor. Bu yüz­den, ka­os­tan dü­ze­ne de­ğil, da­ha çet­re­fil bir kao­sa ge­çe­bi­lir an­cak. Ha­ki­kî dö­nü­şü­mü bü­rok­ra­tik iha­le me­mur­la­rı de­ğil, bi­linç­li ve di­na­mik bir halk ya­pa­bi­lir.
Ya­ra­sa­lar utan­gaç, ama uya­nık ve akıl­lı­dır­lar. De­rin dev­le­tin kav­ra­ma­dı­ğı şe­yi, de­rin mil­le­tin kav­ra­mak­ta ol­du­ğu­nu apa­çık gö­rü­yor­lar. Bi­li­yor­lar ki, dün­ya sis­te­min­de de, Tür­ki­ye’de de oyun ye­ni baş­lı­yor.
 
Ne Mut­lu “Türk Gi­bi” Dü­şü­ne­ne!
Türk gi­bi dü­şün­mek, Bu Ül­ke in­san­la­rı için, ay­dın­lan­mak de­mek­tir. Ka­fa­mı­zı 19. yüz­yıl Av­ru­pa pa­ra­dig­ma­la­rı­nın sul­ta­sın­dan kur­tar­mak de­mek­tir. Irk­çı­lık ve­ya şo­ve­nizm de­ğil, “is­tik­lal-i akl” de­mek­tir. Ak­lı ba­ğım­sız ol­ma­yan ül­ke­nin, si­ya­se­ti de ba­ğım­sız ol­maz!
Kant’ın ay­dın­lan­ma ta­nı­mı­na ba­yı­lı­yo­rum: İn­sa­noğ­lu­nun ken­di ak­lı­nı kul­lan­ma ce­sa­re­ti­ni gös­ter­me­si! Sa­pe­re au­de! Ken­di ak­lı­nı kul­lan­ma­ya cür’et et! Ki­şi­oğ­lu ya ce­sa­ret­siz­li­ğin­den ve­ya ik­ti­dar­sız­lı­ğın­dan do­la­yı, ken­di ak­lı ye­ri­ne baş­ka ki­şi ve­ya ku­rum­la­rın ak­lı­nı kul­lan­ma­yı ter­cih eder. Bu ta­vır fi­kir dün­ya­sın­dan si­ya­set ve iş dün­ya­sı­na ak­ta­rı­lır. Na­sıl ki Türk ay­dı­nı ay­dın­lan­ma­yı “ken­di ak­lı­nı” de­ğil de, 19. yüz­yıl Av­ru­pa dü­şü­nür­le­ri­nin ak­lı­nı kul­lan­mak ola­rak al­gı­lı­yor­sa; Türk si­ya­set ve dev­let adam­la­rı da ay­dın­lan­ma­yı Ba­tı si­ya­sî de­ğer ve ku­rum­la­rı­nın Tür­ki­ye’ye ke­li­me­si ke­li­me­si­ne ak­ta­rıl­ma­sı ola­rak an­lı­yor­lar. Ke­za, bü­yük iş adam­la­rı­mız ken­di mar­ka ve tek­no­lo­ji­le­ri­ni ya­rat­mak ye­ri­ne, li­sans­la üre­tim yap­ma­yı ter­cih edi­yor­lar.
Li­sans­la ima­lat ya­pan­lar sa­de­ce sa­na­yi­ci­le­ri­miz ol­say­dı, me­se­le ko­lay­dı. Ne ya­zık ki, med­ya or­gan­la­rı­na ‘çö­rek­len­miş’ ay­dın ve ya­rı-ay­dın­la­rı­mız­la si­ya­set ve dev­let adam­la­rı­mız da li­sans­la ça­lı­şı­yor­lar. Par­ti­le­ri­mi­zin ide­olo­jik zarf­la­rı­na ba­kın: Li­be­ral, mu­ha­fa­za­kâr, sos­yal de­mok­rat… Hiç bi­ri­nin Türk ta­ri­hiy­le ir­ti­ba­tı yok. “Türk gi­bi” dü­şün­mek, Ba­tı­lı dü­şün­ce ka­lıp­la­rı­nın ev­ren­sel ge­çer­li­li­ği­ni red ile baş­lar. Red­di gö­ze al­ma­yan, ken­di dü­şün­ce ve si­ya­set dün­ya­sı­nı ku­ra­maz.
Ne mut­lu Türk’üm di­ye­bil­mek için, ön­ce “Türk gi­bi” dü­şü­ne­bil­mek ge­rek!

Paylaş Tavsiye Et