TEMMUZ ayında Japon modernleşmesine dair YüzleşiYORUM’u bir vaatle noktalamıştık. Özetle, dindar (Müslüman, Hıristiyan, Budist…) kalarak modernleşmenin mümkün olup olmadığını tartışacaktık. Fakat araya AK Parti’nin kapatılma davası girince makas değiştirmek zorunda kaldık. Bu mecburiyet, üzerinde durduğumuz fikir zemininin ne denli kaygan olduğunu göstermek bakımından anlamlıdır.
Dünyanın neresinde ve hangi zaman diliminde olursa olsun, adeta tarihin dışında yaşayan veya en azından yaşamak isteyen insanlar vardır. Bunlar için bir ülkede iktidar partisinin kapatılıp kapatılmadığı, kişi başına gelirin 5 mi yoksa 55 bin dolar mı olduğu, nükleer enerjinin geliştirilip geliştirilmediği mesele değildir. Hatta bu bağlamda hattın altında yer almanın daha hayırlı olduğuna inanırlar. Sosyolojik dille ifade edersek, modern değil geleneksel bir toplumda yaşamayı tercih ederler. Hatta toplumbilimcilerin geleneksel dediği toplumları bile (yer yer, zaman zaman) fazlasıyla maddiyata boğulmuş addederler. Sahih bir dinî geleneğe bağlı yaşamanın “maddeyi aradan çıkarmakla” mümkün olabileceğini düşünürler.
Elbette bu yaklaşımı “romantik” sayıp karşı çıkanlar da, “insani” sayıp yüceltenler de olacaktır. “Kalbim onlardan yana, ama aklım başka türlü söylüyor” diyen çok sayıda insan görürsünüz. Yeni Şafak’ta iktisadi rasyonaliteye dair yazılarıma en sık gelen tepki şudur: “Aklım beni de öyle davranmaya zorluyor ama vicdanım bir türlü kabul etmiyor!” Diğer bir basit gözlem de şu: Dünyanın her yerinde, yüz milyonlarca insan (milyarlarca mı deseydim?) modernliğe yahut modernliğin meyvelerine can atıyor. Onları bırakın, romantik diye etiketlenenler bile, iş en azından siyasete, milli egemenliğe filan gelince; onurlu, başı dik, kimseye muhtaç olmayan bir ülke/toplum istediklerini belirtmekten geri durmuyor.
Mesele bu konumlardan herhangi birini eleştirmek değil, bu azap verici durumdan makul bir çıkış olup olmadığını araştırmak. Robert Bellah’ın tarihte ikinci defa millet olma macerasına ayna tutan Japonya’yı Tahayyül Etmek başlıklı kitabı ile Ahmet Hamdi Tanpınar’ın imparatorluktaki birlikten milli devletteki ikiliğe geçişin yarattığı huzursuzluğa ayna tutan romanı Huzur kısık işaret fenerlerimiz olacak.
Modernliğin Kökü Dindir
Bellah’a göre, modern-geleneksel karşıtlığı artık işe yaramaz hale gelmiştir. Süratle değişmekte olan bir modern topluma karşı durağan ve değişmez bir geleneksel toplum, gerçekten çok kurgudur. Fakat modernliğe dair bir şey onu daha önceki sosyal şartlardan farklı kılıyordu ki, bu şeyin ne olduğunu açıklamaya çalışmak başından beri sosyolojinin görevi oldu. Sosyoloji, modernliği kendine izah etme çabası olarak başladı.
Weber’in kan bağı ve komşuluğa dayalı toplumlardan başlayıp, bürokrasi veya feodalizm tarafından örgütlenen toplumlara, oradan da modern kapitalizme uzanan gelişme fikri Marx ve Durkheim tarafından da başka biçimlerde söylenegelmiş hikâyenin bir versiyonuydu. Bellah’ın doğrudan Weber’den kaynaklanan görüşüne göre, din modernliğin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynuyordu. Weber, asketik Protestanlığın onun “modern kapitalizm” adını verdiği yeni bir toplum biçiminin doğmasında vazgeçilmez bir hızlandırıcı olduğuna inanıyordu. Fakat bu toplumu sadece yeni bir ekonomi olarak değil, yeni bir medeniyet olarak görüyordu.
Modernliğin kök sebeplerini ve niçin ilk defa Batı’da ortaya çıktığını araştırırken, Weber M.Ö. ilk binyıldaki dinî olayların kritik önem taşıdığını keşfetti. O dönemde ortaya çıkan her bir dünya dini içinde, Weber’in “büyü dini” demeye meylettiği önceki formları radikal tarzda aklileştiren peygamberler veya kurtarıcılar zuhur etti. Her bir durumda, önder şahsiyet (Konfüçyüs, Buda, İbrani Resuller, Sokrat, İsa) sistematik bir ahlakî davranış biçimi vazediyordu. Bu yeni sembolik formlara “aklileştirilmiş” demekle Weber, onların daha tutarlı, düşünce ve ahlak bakımından daha evrenselleştirici, potansiyel olarak daha öz-eleştirel (refleksive) ve mevcut toplumdan daha çok ayrılmış (yansız) oldukları gerçeğine işaret ediyordu. Jaspers bu evreye Eksen Çağ; Eisenstadt ise bu evrenin dinlerine Eksen Dinler, uygarlıklarına ise Eksen Medeniyetler dedi.
Şayet din, modernliğin ortaya çıkmasında önemli idiyse; eksen dinler, modernlikten binlerce yıl önce ortaya çıkmış olsalar da, onun vazgeçilmez ön şartıydılar. Bellah’ın argümanı şuydu: Kabile dinleri ve arkaik dinler dünya-yönlü iken, eksen dinler dünyayı-reddedici (dolayısıyla Weber için büyüyü-reddedici) idiler. Fakat eksen dinler, bu reddedişin dünya içinde mi (etik), yoksa mümkün olduğunca dünya dışında mı (mistik) işlenmesi gerektiği hususunda birbirlerinden ayrılıyorlardı.
Varolan toplumların temel sosyal ve siyasal ilkelerini eleştirmeyi ve yeniden ifade etmeyi mümkün kılan şey, eksen dinin aşkın (yani dünya dışındaki) bir referans noktasını kaldıraç olarak kullanmasıydı. Kabilevî ve arkaik toplumlarda birey ve toplum doğal kozmosa gömülü sayılırken, eksen din ve felsefeler “bireyin toplumdan, toplumun ise verili doğal dünyadan kendilerini koparmayı” mümkün kılıyordu. Ancak, unutulmasın ki radikal tutarlılığı içinde eksen din hiçbir zaman bir azınlık dininden fazlası değildi. Çoğunluk arkaik ve hatta kabile dinlerinin devamı olan inanç ve uygulamaları sahiplenmeyi sürdürüyor; Weber buna “büyü bahçesine geri dönüş” diyordu.
Protestan Reformasyonu ile beraber radikal biçimde aşkın bir tanrıya iman etmenin şu dramatik dünyevî sonucu oldu: Eksensel bir ahlakın tutarlı talepleri sadece bir azınlıktan değil, “herkesten ve hayatın bütün alanlarında” beklenir oldu. Bireyin toplumdan ve toplumun doğadan kopuşu hızlandı. Weber bu geçişi vazıh olarak gözledi fakat neredeyse tamamen menfi tarzda yorumladı. Modern aklileşme dünyası zamanla herhangi bir aşkın müeyyide olmaksızın kendi bürokratik ve ekonomik enerjisiyle işleyecek, “demir bir kafes”e dönüşecekti. Böylece Weber öncü modernleşme kuramcısı olsa da, modernliğin bizi nereye götüreceğine dair görüşü karamsardı. Modernlik, “kötü kaderimiz”di.
Romanımız Şarkılarımızdır
İslamiyet tarihsel bakımdan eksen dinlerin devamı veya bir versiyonuydu. O da aşkın bir referans noktasını kaldıraç olarak kullanıyor; bunu bazen dünya içinde kalarak (etik), bazen de dünya dışına kanat açarak (mistik) gerçekleştiriyordu. İslam medeniyetinin son büyük çiçeklenmesi sayabileceğimiz Osmanlı’nın çöküş evresinde belki bu mistik yan ağır basıyordu. Tanpınar, Bellah henüz bir üniversite talebesiyken yayınladığı Huzur romanında bu iki yönelişin akıllıca senteziyle ayağa kalkabileceğimizi söylüyordu:
İhsan: Biz buyuz; Nevakâr’ız, Mahûr Beste’yiz. Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleriyiz. Yahya Kemal haklı: Bizim romanınız şarkılarımızdır. Bu sefer Bursa’da bunu daha yakından gördüm. Orada musıkî, şiir, tasavvuf hep iç içe konuşuyor! Taş dua ediyor, ağaç zikrediyor… Beni iyi anla! Mistik olmuyorum. Belki bir aydınlığa, realitenin kendisi olan bir düşünceye bağlanıyorum. Kendimizi tanımamızı ve sevmemizi istiyorum… Ancak bu suretle insanı bulabiliriz. Kendimiz olabiliriz.
Orhan: Benim şaşırdığım şey, bir taraftan insanın ve manevî kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşmanız, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istemenizdir… Bu çok maddede kalmak olmuyor mu?
İhsan: Hayır. Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadî reforma ihtiyacımız var. İş hayatına açılmamız lâzım. Bunlardan birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. Buna hakkımız da yok. İnsan birdir. Çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur. İş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.
Mümtaz: O halde iş, kendi medeniyetini ve kültürünü de yapar; insanını yetiştirir demektir. Bize sadece maddi hayatımızı tanzim etmek kalıyor.
İhsan: Zanneder misin? Evvelâ bunu yapabilmemiz için işin açılması, genişlemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım. Eski her zaman yanı başımızda duruyor. Diğer taraftan yeni ile, Garp ile münasebetimiz sadece akan bir nehre sonradan eklenmekle kalıyor. Halbuki su değiliz; insan cemaatiyiz. Ve bir nehre katılmıyoruz; bir medeniyeti kültürüyle benimsiyoruz. Onun için de bir hususî hüviyet olmamız lazım. Halbuki bugün ondan dışa ait icapları kabulden ileriye gidemiyor, insanı ihmal ediyoruz. Yeniye başından itibaren bizim olmadığı için şüphe ile, eskiye eski olduğu için işe yaramaz gözüyle bakıyoruz. Hayat kendi ihtiyaçlarımızın seviyesine bile gelmemiş; o bolluk, yaratıcılık içinde değil ki bize kendiliğinden şekiller ve kıymetler teklif etsin!
- O halde bir kriz zaruri ve muhakkak…
- Sade muhakkak görmüyorum. Onu yaşadığımıza inanıyorum. Eski bir çiftçi imparatorluğunun tasfiyesinden doğduk. Hâlâ onun iktisadi şartları içinde bocalıyoruz. Nüfusumuzun yarısından fazlası istihsale (üretime) açılmamış. Müstahsil olan da faydalı şekilde yapamıyor. Sadece çalışıyor, emek sarf ediyor. Fakat insan beyhude çalışırsa çabuk yorulur. Bakın, hepimiz yorgunuz! Sıkı bir nüfus siyasetine, sıkı bir üretim siyasetine başlamamız lazım.
- Peki ama, bununla demin bahsettiğiniz insan mefhumu, manevi insan arasındaki münasebet ne? Bu, hayatın maddi şartlarını değiştirmekten ibaret.
- İnsan da hayatın maddi bir tarafıdır. Peguy’u okumadın mı? O ne cümledir? Ateş gibi; fakirlik insanı güzelleştirir ve asilleştirir. Fakat sefalet hoyratlaştırır; ruhen sefil eder. İnsanda insanı öldürür. İnsanlık şerefi ancak muayyen bir refah içinde mümkündür. Çalışmaya imkân verecek bir refah!
Anlayış’ın sınırlı sayfaları içinde ne Bellah’ı lâyıkıyla özetleyebiliyorum, ne Tanpınar’ı. Fakat ikisinin de üzerinde birleştiği husus, meselenin ‘modernlik’ çerçevesinde ele alınamayacak kadar geniş ve çetrefil olduğudur. Ne akan Garp nehrine kendimizi eklemekle gerçek kimliğimizi bulabiliriz; ne de her üretken faaliyeti Garplı sayıp uzak durmakla. Yeni bir tarzda, yeni bir anlam çerçevesi içinde yaratıcı olmak zorundayız. Bunu gerçekleştiremeyecek bir Türkiye’nin tarih içinde var olamayacağını bilgince hissettiren Tanpınar, sanki bugünkü laik-dindar çatışmasını 60 yıl önceden haber veriyor. Hem de her iki kamp mensuplarının henüz erişemediği bir kavrayış seviyesiyle:
“Yeni Türk insanının ölçülerini kim biliyor? Yalnız bir şeyi biliyoruz. O da bir takım köklere dayanmak zarureti. Tarihimize bütünlüğünü iade etmek zarureti. Bunu yapmazsak ikiliğin önüne geçemeyiz. Evvela insanı birleştirmek. Varsın aralarında hayat standardı yine ayrı olsun; fakat aynı hayatın ihtiyaçlarını duysunlar… Biri eski bir medeniyetin enkazı, öbürü yeni bir medeniyetin henüz taşınmış kiracısı olmasınlar. İkisinin arasında bir kaynaşma lazım.”
Mesele modern olabilmek değil, millet olabilmektir.
Paylaş
Tavsiye Et