YİNE dağ başını duman aldı, gümüş dere durmaz akar. Güneş ufuktan şimdi batar, oturalım arkadaşlar! Elli yıldır, yüz yıldır oturuyorlar. Tek misyonları, milletin yürümesini engellemek sanki. Oysa devlet denen mekanizma, milletin yürümesini teminden başka neye yarar ki? Manda gibi milletin geçiş yoluna çömelmiş bir aygıta devlet mi denir? Toplumlar devletleri sayesinde millet olur; bu yüzden de milletler, devletlerini çok severler. Yüzlerce yıldan beri hakiki devletliğin özlemini çeken Arap gençler, Londra seyahatlerimden birinde bana şöyle sormuşlardı: Türkiye’de olup bitenler bizi çok heyecanlandırıyor. Fakat Müslüman Türkler bize fazlasıyla devletçi gözüküyorlar. Dindar bir insanın bu derece devletçi kesilmesi sizce problemli değil mi?
Değil, dedim! Sorular da, cevapları da tarihsel bağlamları içinde anlamlıdır. Bizim için devlet ve din soyutlama düzleminde ayrılırlar, toplumsal gerçeklik düzlemindeyse bir ve aynı şeydirler. Buna “din ü devlet” deriz biz. Trajik Antigone psikolojisi bize yabancıdır.
Sofokles’in ünlü trajedisinde Antigone, dayısı Teb Kralı Kreon’un buyruğu ile kendi vicdanı veya dinsel inancı arasında tercih yapmaya zorlanır. Kreon şehre egemen olma savaşında, Antigone’un kardeşini öldürür ve cesedinin gömülmesine izin vermez. Antigone’un inancına göre bu, kardeşini ebediyen cehenneme terk etmek demektir. Tanrılara ve kardeşine karşı görevini yerine getirme arzusuyla, yurttaş sıfatıyla kralın buyruğuna uyma zorunluluğu çatışır. Sonunda dinsel inancı (ve kardeş sevgisi) ağır basar ve ölümü göze alarak kardeşini gömer.
Bizde kralın dine saygı göstermediği zamanlar oldu elbette ve hâlâ oluyor. İnancımıza gerekli saygı gösterilmediği zaman kralımıza (devletimize) doğal olarak kızarız. İnsan, sevgilisine kızmaz mı hiç? Evet, Türklerin devlet aşkı, tıpkı Halil Cibran’ın Ermiş’inde resmettiği gibidir:
“Dokuduğumuz kumaş parçasını, sevgilimiz giyecekmiş gibi yüreğimizden çektiğimiz ipliklerle dokumak. Yükselttiğimiz binayı, içinde sevgilimiz oturacakmış gibi ruhumuzun hızıyla yükseltmek. Tohumu şefkatle serpmek, ekini sevinerek toplamak. Bütün bu verimler, sevgilimize sunulacak bir hediye imiş gibi! Yaptığımız her işi, ruhumuzun nefesiyle yüklemek. Ve çalıştığımız sırada bütün kutlu ölülerin bizi çevreleyerek gözettiklerini hissetmek!”
Toprağın Ruhuna Ayak Uydurun
Yahya Kemal de “Biz ölülerimizle beraber yaşarız” demiyor muydu? Bir ölüyle yaşamayı ancak aşk anlaşılır kılabilir. Aşkla düşünmek, aşkla çalışmak. Cibran’ın diliyle: “Siz toprağa ve toprağın ruhuna ayak uydurmak için çalışırsınız. Çünkü tembel olmak, yeryüzünün mevsimlerine yabancı kalmak, muhteşem ve mağrur bir teslimiyet içinde sonsuzluğa ilerleyen hayat kervanının dışına çıkmaktır. Çalıştığınız zaman, saatlerin fısıltılarını kalbin içinde nağme ahengine çeviren bir ney’siniz. Kendinizi işe vermekle, hayata karşı sevginizi gösteriyorsunuz. Hayatı iş başararak sevmekse, onun en gizli sırlarına ermek demektir.”
Millet çocuklarının “toprağa ve toprağın ruhuna ayak uydurmak için çalışmaya” yönelmesi için, devletin aklı başında bir düzenleyici ve tarafsız bir hakem olması lazım. Ne kendine (yani bürokrasiye) yontmalı, ne de herhangi bir imtiyazlı zümreye.
Tam 30 yıl önce, üniversitede ticaret hukuku hocamız şahısların devlet aleyhine açtıkları davaların genellikle devlet lehine sonuçlandığını anlattığı zaman, bazı arkadaşlar itiraz etmiş, Danıştay’ın sadece haklı davaları devlet lehine sonuçlandırması gerektiğini söylemişlerdi. Hukuk profesörünün (Fadlullah Cerrahoğlu) verdiği karşı örnek unutulacak cinsten değildi: 1970 yılında devalüasyon olmuş, dolar 9 liradan 15 liraya yükseltilmişti. Bu karardan tam altı ay önce, ithal bedellerini 9 liralık kur üzerinden Merkez Bankası’na yatırmış olan ithalatçılar, transferlerin yapılabilmesi için dolar başına 6 liralık ilave para yatırmak zorunda kalmışlardı. Su götürmez biçimde haklı olmalarına rağmen, ithalatçılar haksız bulunmuş, Merkez Bankası ilave tahsilatı yapmıştı. “Nasıl olur hocam?” diye şaşkınlığını dile getiren bir öğrenciye, hocanın cevabı yıllarca hatırlanacaktı: “Ablanı öpen kadı ise, şikayetin beyhudedir!”
Nizam’ül-mülk’ün Siyasetnâme’-sinden bir “hikaye” nakletmenin tam zamanıdır: Gazneli Mahmud bütün gece şarap içmiş ve sabah şarabını da nûş eylemiş idi. Sultanın sipehsâları Ali Nüviştekin dahi bu mecliste hazır bulunarak bütün gece içmiş ve hiç uyumamıştı. Güneş kuşluk zamanına geldikte, başı döndü, ifrat şaraptan rahatsızlık hissederek hanesine gitmek üzere izin istedi. Sultan: “Aydın günde bu hal ile gitmek doğru değildir. İkindi namazına kadar burada istirahat et. O zaman ayık olarak gidersin. Zira muhtesib seni bu halde görürse, hâd vurur. Şeref ve haysiyetin haleldar olur. Benim kalbim bundan rencide olur, ama bir şey söyleyemem” dedi. Ali Nüviştekin elli bin adamın sipehsâları ve zamanının şeci ve mübariz nâmdarı idi. Muhtesibin böyle bir harekette bulunacağını hatırından geçirmedi. Yüreği daraldı ve seraskerliği tuttu: “Elbet giderim” dedi. Ve hizmetkârlarından mürekkep azîm bir alay ile ata binip hanesine teveccüh etti. Muhtesib yolda ona rast gelerek, böyle serhoş görünce, atından indirip bîmahaba elile anı döğdü. O derecede ki, Ali Nüviştekin toprağı dişledi. Askerleri bu hali görmekle beraber hiç kimse bir söz söyleyemedi. Ertesi gün Ali Nüviştekin sırtını açıp pare pare olduğunu Sultan’a gösterdi. Mahmud güldü ve: “Bir daha serhoş olarak evden dışarı çıkmamak üzere tevbe et” dedi.
Bu meseli nakleden Nizam’ül-mülk, sözünü şöyle bağlıyor: “Tertib-i mülk ve kavaid-i siyaset muhkem olursa, adalet işi zikrettiğimiz vech ile tatbik edilir.” Yani bir ülkede devlet düzeni ve siyaset kuralları sağlam ise, adalet işte böyle uygulanır. Seraskere bile torpil geçilmez. Muhtemeldir ki, gücüne aldanıp yasaya uymakta ayak direyen Ali Nüviştekin’in yoluna muhtesibi o saatte gönderen bizzat Sultan Mahmud’dur!
27 Nisan korsan bildirisiyle amaçlarına ulaşamayan ulusal sistemimizin “efendileri”nin kavaid-i siyasetlerinin muhkem olmadığı, AK Parti’yi topyekun kapatma girişimiyle artık “ayan beyan” oldu. Hukukun üstünlüğünden söz ediyorlar, fakat hakka saygıları yok. Adalet arayışında hiçbir zaman samimi olmadılar. “Başka Türkiye yok!” gibi sahte sloganların arkasına sığınıp, Türkiye’yi seviyor gibi yapsalar da, gerçekte “Türkleri” sevmiyorlar. Halil Cibran “toprağın ruhuna ayak uydurmak”tan söz ediyordu. Türklük, herhangi bir müphem kan ilişkisi değil, üzerinde bin yıldır yaşadığımız bu toprakların ruhuna ayak uydurmakla oluşmuş bir gerçekliktir. Bu insanları gerçekten sevgiliniz gibi görmedikçe, başka gerçekliklere kanat açmanız, başka topraklara sığınmanız kaçınılmazdır.
İç Gerilimin Kökü Dışarıda
Türkiye’yi sevip(!) Türkleri sevmeyenler yine ülkede tamtamlar çalmaya başladılar. Ne zaman ekonomi biraz düzelse, işler ülkede biraz olsun rayına otursa, “medeni” görünümlü şer güçleri harekete geçer. Televizyonlar hemen marjinal dinî(?) grupların birtakım “eylem”lerini sergilemeye başlar. En fazla yüz kişiye söz geçirebilecek sözüm ona cemaat liderlerinin ya vaazları yahut varsa kırdıkları fındıklar haber programlarına taşınır. Gerekirse konu mankenleri de tedarik edilerek kamuoyu günlerce meşgul edilir. Sonuçta zinde kuvvetler harekete geçer ve Cumhuriyet bilmem kaçıncı kez cumhurdan kurtarılır. Ne pahasına? Cumhuru yok sayma, cumhurun (ve zinde kuvvetlerin) dış düşmanlarını sevindirme, siyaseti gayrimeşrulaştırma ve ekonomiyi berbat etme pahasına.
28 Şubatı hatırlayın: Beş yılda iç borçlar beşe katlandı; ülkeyi yolda yürümekten aciz, söylediklerinin farkında olmayan başbakanlar yönetti. AK Parti’nin seçim zaferi, karizmatik bir liderin marifetinden çok, cumhurun zoraki Cumhuriyet bekçilerine isyanıdır.
Bugünkü kargaşanın, tam da iç kamuoyu nezdinde sıkışan Bush rejiminin İran’a operasyon düzenleme tartışmalarının ortasında çıkıvermesi sebepsiz değil. Öyle anlaşılıyor ki, artık milli devletler ve onların milli rakipleri yok; küresel yağmacılar ve onların yerli işbirlikçileri var. Bunlara karşı koyacak her hareket ateş menziline giriyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Mart 2003’teki tezkerede gerçekten “büyük” bir meclis olduğunu gösterdi ve ince bir siyasetle emperyal güçleri geri püskürttü. Aksi halde, 21. yüzyılın ilk adaletsiz savaşında, 19. ve 20. yüzyılın iki emperyalist gücünün yedeğinde, Müslüman Irak halkına karşı savaşa girmiş olacaktık. İleride daha açık seçik görülecektir ki, TBMM’nin tezkereyi ret kararı 80 yıl kadar önceki Misak-ı Milli beyannamesine denktir. Nasıl o zaman düvel-i muazzamaya hangi noktalardan geri çekilmeyeceğimizi kararlı bir dille söylemişsek, bugün de aynı şeyi söylüyorduk: Amerikan askerini Türkiye sınırları içine almayacağız ve Irak’ta (genelde Ortadoğu’da) ülkemizi karıştıracak gelişmelere izin vermeyeceğiz.
Hiç kuşkunuz olmasın ki, zorla yaratılmaya çalışılan siyasi krizin arkasında gene “dış güçler” vardır. Bunlar sözde ulusalcı odaklara bir yandan kargaşa çıkarttırır, diğer yandan sanki bu odaklar kendilerine düşmanmış da, alaşağı edilmek istenen yerli güçler kendilerindenmiş gibi bir hava yaratırlar. Bütün dertleri, Türkiye’de halka dayanmayan rejimlerin iktidarda olmasıdır. Halka dayanmayan, mutlaka kendine bir dayanak bulmak zorunda olduğundan, böylelerine taleplerini daha kolay kabul ettirir, diledikleri düzenlemeleri yaparlar.
Türk siyasi sistemi Cumhuriyet tarihinin en büyük “millilik” sınavından geçiyor. Milliliğin tek kıstası, gücünü ve meşruluğunu milletten almaktır. Devletin iç katmanlarında bir parçalanma ve bir tarafın diğerini tasfiye etmekte olduğu söyleniyor. Dileriz ki tasfiye eden parça gerçekten milli olsun, millete dayanma iradesinden sapmasın. Medyada ileri sürüldüğü üzere taraflar Türkiyeci değil de Amerikancı ve Avrasyacı (Rusçu) iseler, vay benim köse sakalıma!
Paylaş
Tavsiye Et