MARDİN’DEKİ katliam sonrasında herkes bir açıklama yapmaya çalıştı. Gazeteciler klişe yaklaşımlara sığındılar hemen: Töre, namus vs… Kadın hakları savunucuları bu hazır klişe üzerinden yorumlar yaptılar aceleyle. Kadınlar eğitimsizdi, ekonomik güvenceleri yoktu, bu nedenle namus cinayetlerinin kurbanları olmaktan kurtulamıyorlardı. Sosyolog-gazeteciler kendilerince derinleştirdiler analizi. Türkiye’nin batısı Avrupa standartlarında bir hayat sürerken doğusu adeta yüzyıllar öncesini yaşıyordu. Modernleşmenin maddi getirilerinden yeterince istifade edilemediği için “geri ve köhne gelenekler”, “baskıcı cinsel etik” hâlâ etkisini sürdürüyordu. İşte “oralar”da bu nedenle böyle şiddet olayları yaşanıyordu.
Ama feodal yapı, toprak sistemi, hukuk öncesi töre toplumu gibi analizler kaba bir şekilde devreye sokulduğu için, aşiretle eski Türk filmlerindeki ağa tiplemesini yanlış bir şekilde özdeşleştirmekten öteye giden derin bir tasvir ve tahlil söz konusu olmadı. Koruculuk sisteminin eleştirisi üzerinden siyasi analizler yapanlarsa, sistemin değişen yönlerine işaret etmelerine rağmen yine de bu hızlı yorum korosuna katıldılar.
Elbette bu koroya katılmayan, tam aksine klişe ve kolaycı yaklaşımların yaşananları anlamamızı sağlayamayacağına, hatta işi daha da zorlaştıracağına dikkat çekenler de oldu. Bölge içinden konuşan birkaç sosyal bilimciden biri olan Doç. Dr. Mazhar Bağlı’nın bu konuyla ilgili olarak klasik sosyoloji parametrelerinin aciz kaldığını belirtmesi, sosyal bilimlerin otoriter ve klişe yaklaşımlarına da bir eleştiri getiriyordu. Sosyoloji her şeyi kolayca ve hızla anlayıp tanımlayabilir miydi? Böyle olmadığını gördük.
Neydi bu hızlı yorumun temel bileşenleri? Töre, şiddet, namus. Doğu ya da İslam toplumlarında birtakım geleneklerin hiç değişmeden devam ettiği, katı namus anlayışının cinsler arası ilişkilerde hüküm sürdüğü ve bunun şiddete dönüştüğü şeklindeki çağrışımları devreye sokan terimler. Oryantalist yaklaşımın Doğu için hazırda tuttuğu “şiddet ve şehvet” eksenindeki kalıp yargının izlerini sürebileceğimiz bir yorum bu.
Zaten bu nedenle Amerika’da bir kadın eski ya da halihazırdaki sevgilisi veya kocası tarafından öldürüldüğünde adı aşk cinayeti olurken, Ortadoğu veya İslam dünyası denilen topraklarda böyle bir olay meydana geldiğinde, doğrudan töre/namus cinayeti gibi kavramlaştırmalar devreye giriyor. Ve aşk cinayetinde birey, töre cinayetinde ise cemaat belirleyici diye düşünüldüğünden aralarında bir hiyerarşi kuruluyor. Bu kavramlaştırmaların arka planında Doğu toplumlarının, antropolojinin konusu olan kabile yapısını sürdürmekte oldukları ve bu nedenle Avrupa’nın ilerleme serüveninin gerisinde kaldıkları şeklindeki bir önkabul mevcut.
Avrupa merkezci bilimin Doğu için kullandığı bu klişeler -ki bunların bilimsel değil siyasi ve stratejik olduğu herkesin malumu- bugün Türkiye’de ülkenin doğusu ve güneydoğusu için kullanılıyor. Bu hem akademik hem de siyasi ve toplumsal açıdan çok ciddi bir hata. Çünkü bu bölgede de şiddeti besleyen pek çok farklı parametre var. Ve bunlar “oralar”a özgü değişmeyen özellikler değil, ortaya çıkan yeni şartların beslediği belki de tüm dünyadaki şiddetin genel niteliklerini taşıyan parametreler.
Bu nedenle kan dondurucu bir vahşet olarak “izlediğimiz” Mardin’deki cinayetler dolayımından gündeme gelen bu “Doğu’ya bakış”ı özellikle kadınlar ve cinsel ahlak konusundaki hâkim kalıp yargılara atıfla ele almakta fayda var. Çünkü yine Mazhar Bağlı’nın ifade ettiği üzere töre kavramının son yıllarda kadın konusuna indirgenmiş olduğu görülüyor. Halbuki Türkiye’nin doğusundaki toplumsal olaylar için töre, tek başına bir parametre oluşturmadığı gibi sadece kadınlarla ilgili birtakım geleneklerden de ibaret değil.
Aslında bu yaklaşımın oryantalizmin bütün Doğu’yu (İslam dünyasını) bir kadın olarak kodlaması ve “İslam kadınlar için ezicidir, İslam toplumlarının geri kalmasının temel nedeni de budur” şeklinde özetlenebilecek yaklaşımı ile bir devamlılık ilişkisi içinde olduğunu söylemek mümkün. Bu sebeple Güneydoğu, töre, namus cinayeti gibi genelleyici ve toptan yargıların niçin isabetsiz olduğunu, akademide hâkim olan “Ortadoğulu kadınlar”, “Müslüman kadınlar” gibi genelleyici ve toptan analiz kategorilerinin eleştirisi üzerinden de tespit edebiliriz.
Bilindiği gibi Afrika’nın güney ucundan kuzeyde Tataristan’a, batıda ise Türkiye’den doğuda Afganistan’a kadar geniş bir coğrafyadaki kadınların sosyo-ekonomik ve siyasal durumundan bahsedilirken genel olarak “Müslüman kadın” terimi kullanılır. “Müslüman kadınlar” ortak bağımlılıklar, güçsüzlükler veya ezilme ile tanımlanan bir sosyolojik gruba dönüştürüldüğünde, ciddi bir sorun ortaya çıkar. Çünkü böylece meseleyle ilgili hem çok şey söylenmekte hem de hiçbir şey söylenmemiş olmaktadır. Yirmiden fazla ülkeyi ihtiva eden “Ortaodoğu” bu bölge kadınları için bir analiz kategorisi olarak kullanılır. Oysa böyle bir kavramlaştırma, Marnia Lazreg’e göre ancak jeopolitik için uygundur, sosyoloji için değil. Somut mekanlarda somut toplumlarda kanlı canlı insanlar yaşarlar. Ve bunların yaşadığı ortamlar ideolojik olarak tektip bir özelliğe sahip değildir.
Bir diğer husus ise Müslüman kadınların veya üçüncü dünya kadınlarının homojen bir grup olarak algılanması ve çoğunlukla örtüyle irtibatlandırılan bir homojen ezilme nosyonuna hapsedilmesidir. C. Mohanty bu yaklaşımı “metodolojik evrenselcilik” olarak değerlendirir. Aslında Mohanty bir analiz kategorisi olarak bırakın “Üçüncü dünya kadınları” veya “Müslüman kadınlar”, sadece “kadınlar” şeklinde dile getirilen kategoriyi bile eleştirir. Zira sınıfsal, etnik ve ırksal özelliklerin hiçbir değişiklik ve çatışma yaratmadığı, özdeş çıkarlar ve arzulara sahip, açık ve tanımlanmış bir grup olarak kadınlar mefhumu, evrensel olarak ve kültürler arasında aynı şekilde uygulanabilecek bir cinsel farklılık veyahut da ataerkillik nosyonunun varolduğunu zımnen var sayar. İşte kadınların homojen bir grup olarak ezildiği ve ortalama bir Üçüncü Dünya Kadını imajına götüren varsayım da budur.
“Ortalama Üçüncü Dünya Kadını” şeklindeki kavramlaştırma, kadının sadece cinsiyetine dayanan bir hayata sahip olduğuna ve onun Üçüncü Dünyalı (yani fakir, cahil, eğitimsiz, geleneklere bağımlı, evcil, aile merkezli, ezilmiş vs.) olduğuna delalet eder. Bu temsil aslında zımnen başka bir sunuşun da göstergesidir. Modern, kendi bedeni ve cinselliği üzerinde kontrol sahibi, kendi kararlarını verebilen Batılı kadın. Böyle olunca ilişki, norm ve referans konumunu işgal eden ayrıcalıklı bir grupla “diğerleri”, “ötekiler” arasındaki ilişki haline gelir.
Avrupa Parlementosu üyesi R. Kilroy-Silk’in geçen ay Avrupa Komisyonu’na verdiği soru önergesi bu yaklaşımın en bariz örneklerinden biri. Söz konusu önergede Kilroy-Silk Türkiye’nin kadın sünneti uygulamadığını ispat etmedikçe AB’ye giremeyeceğinden bahsediyordu. Bizim için şaşırtıcı bir soruydu bu. Çünkü Türkiye’de böyle bir uygulamanın adı bile duyulmuş değil. Fakat Avrupa’dan bakıldığında bütün İslam dünyası kadınların ezildiği, cinselliklerinin bastırıldığı, namus cinayetlerine kurban gittiği koca bir coğrafya. Siyasi stratejinin etkin olduğu bu yaklaşım akademide de hâlâ hakimiyetini muhafaza ediyor.
Acı olan şu ki benzer bir yaklaşım Türkiye’de, Doğu ve Güneydoğu söz konusu olduğunda devreye giriyor. Antropolojide ciddi metodolojik eleştirilere tabi tutulan “hukuk öncesi töre ve namus toplumu” yaklaşımı hazır bir şablon olarak alınıyor ve sanki bu topraklarda yüzyıllardır hiçbir şey değişmemiş, töre denilen kurum “hukuk dışı bir uygulama” ve “baskıcı bir gelenek” olarak her şeyi belirliyormuş, başka hiçbir değişken ve dinamik söz konusu değilmiş gibi değerlendirmeler yapılıyor.
Nasıl ki Amerika’da yükselen çetecilik ele alınırken, işsizlik ve buradan beslenen “bastırılmış erkeklik”in bu yeni eril şiddet ile bağlantısı kuruluyorsa, Türkiye’nin güneydoğusundaki şiddet olaylarını da geniş bir çerçeve içinde değerlendirmek gerek. “Bura” ve “ora” arasında kurulan farkın, siyasetleri meşrulaştıran bir araç olmaktan çıkması için...
Paylaş
Tavsiye Et