BİR zamanlar arabesk müzik, duygu sömürüsü yaptığı için kınanırdı. Damardan bir hikâyesi vardı arabeskin ve damardan hikâye insanları hayata çağıran değil, hayat ile bağını koparan bir işleve sahip olduğu üzerinden eleştirilirdi. En çok eleştiri de seküler aydınların dilindeydi, şarkıların kadere, sabra, tevekküle çağıran sözlerine isyan niyetine.
Gel zaman git zaman arabesk de, yasak olan pek çok şey gibi hürriyetini kazanıp yeryüzüne çıkınca eski önemini kaybetti. Yılda bir defa, eskiyen yılın yeni ile değiştirilmesinin hatırına bahşedilen Orhan Gencebay’lı dakikalar, yerini Orhan Gencebay’ın karizmasını fena halde çizdirdiği jüri üyeliğine bıraktı.
Arabesk hayatımızdan çekildi mi? Hayır. Şarkı olarak eskisi kadar derin bir etki gücüne sahip değil, lakin arabeskin hikâye damarı devam ediyor. Ama tamamen kulvar değiştirmiş olarak. Hikâyeler artık şarkı sözleri üzerinden insanları acıya ve kedere çağırmıyor, yarışma programları üzerinden dâhil oluyor kendisine muhtaç gönüllere ve gözlere.
“O kutuyu verme, şu kutuyu ver Memedali Bey” replikleri, şimdi bir Uzakdoğu ritüelini andıran “paranın metafiziği”nde devam ediyor. Ama “Memedali Bey”in her cümleyi cıvıklaştırma efekti, Acun Ilıcalı’da “hayat bir oyundur” temasına dönüşüyor. Hayatı bir ibret sahnesi olarak gördüğünü çeşitli röportajlarla dile getiren Ilıcalı, yarışmacıların hayata dair bir duruşunun olmasını çok önemsiyor: “Bir mesajı, bir duruşu olması lazım. İyi bir öğretmen, iyi bir aile babası, iyi bir anne, iyi bir evlat, bunların hepsini duruşuyla vermeli, bir şeyler anlatabilmeli.”
Kendi trajedisini “itina ile” yaşamış olan Acun Ilıcalı trajedinin içinde devam eden hayatları getiriyor ekrana. “Ekran hafiye”leri yarışmanın bunca tutmasını, Türk halkının pazarlığı çok sevmesine, yarışmaya katılmak için hiçbir bilgi ve birikime gerek duyulmamasına, bankacı Hamdi Bey ile yapılan pazarlığın bütün bankazedeler için sağaltıcı bir özelliği olmasına bağlıyorlar. Oysa yarışmak isteyen, istemeyen herkesin diğer kanallarda birbirinden ilginç dizi filmler varken; Var mısın Yok musun’da kalması, tam da kurmaca ile realitenin yarışını veriyor. Kurmacaya karşı “hayat” kazanıyor.
“Var mısın Yok musun’da gönüllere taht kuran ve lösemili oğlunun kahramanı olmak için yarışmaya katılan Ömer Boran, 18 yıllık bir öğretmen… Ömer Boran (42), 2003 yılı Aralık ayından beri İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Hastane İlköğretim Okulu’nda lösemili çocuklara eğitim veriyor. Buraya gönüllü olarak atanmak için başvurduğunda bir gün oğlunun lösemi hastası olacağını aklının ucundan bile geçirmiyordu. Göreve başladıktan 2,5 yıl sonra kuru ateş şikâyetiyle çalıştığı hastanenin aciline getirilen oğlu Yağız Fırat Boran’ın lösemiye yakalandığını öğrendi. Kendisi kadar, çalıştığı kurumda mesai arkadaşı doktorlar ve lösemili çocukların aileleri de bu duruma inanamadı… 6-7 ay süren yoğun kemoterapi tedavisinin ardından Yağız Fırat, lösemi ile mücadelede olumlu sonuç aldı, ancak yine belirlenemeyen bir nedenle sinirleri tahrip olduğu için belden aşağısı hareket edemez hale geldi.”
Ömer öğretmen ve oğlu Yağız, ekranlara hayat aşısı yaptı. Onca acının ve yokluğun içinde duygu sömürüsüne kaçmadan, acılarını kendileri için verimli bir tarla haline getirmenin hesabını yapmadan kendileri olarak kaldılar ekranda. Onlar “Allah’tan gelene razıyız” ilkesini mutmain bir kalp üzerinden ekran başındakilere ulaştırırken; “lütfun da hoş kahrın da hoş” tesellisi ile dua etti iman ehli olanlar.
Çünkü yarışmacının kişisel tarihi üzerinden “büyük aile” kuruyor Var mısın Yok musun. “Var mısın, yok musun?” sorusu ekran başındakiler için, sadece kutunun açılıp büyük paranın kazanılması anlamına gelmiyor. Oradaki hikâyeye tanık olmak, oradaki hikâyeden bağışıklık sistemini güçlendirmek anlamına geliyor.
Yapımcılar için her yarışmacı bir hikâye anlatıcısı. Kendi hayatının başrol oyuncusu.
Yarışmanın başarısı doğru zamanda doğru hikâyenin anlatılması ile ilgili. Bazı yarışmacılar için arkası yarın formatı uygulanırken, yani yarışmacının hayatına azar azar ve birkaç hafta sürecek bir tanıklık içinde dâhil olunurken, bazı yarışmacılar kampanyalar eşliğinde geliyor ekrana ya da bir kampanyanın başlatıcısı olarak. Mesela görme engelli Evren, “yıkılmadım, ayaktayım, tam da hayatın ortasındayım” düsturunun bedensel yazılımı olarak durdu ekranda. Sahip olduklarını görmeyenler için Evren’in ekran duruşu bin volt gücünde bir ışıktı.
Yaşanmış her türlü hayatın “temsilci”sini var kılmak için, olağanüstü bir gayret ile çalışıyor yapım şirketi. Önemli olan yaşadığın hayatı en iyi şekilde temsil edebilmen. “Üzerimde dünya vardı ama ben yine de altında kalmadım” sloganını hissederek ve hissettirerek oynayabilmek yarışmacı yapıyor Var mısın Yok musun’a talip olanları. Yetiştirme yurdunda büyümüş olan mavi gözlü Nursel mesela. Dudaklarında kök salmış tebessüm, bakışlarındaki mahcup heyecan, onu sadece kendi hikâyesinin “oyuncu”su kılmadı; aynı zamanda TRT’de yayınlanan bir dizide yetimhanede büyümüş bir kızı canlandırdığı oyunculuğa da taşıdı.
Hikâyesi en çarpıcı olanları bir araya topluyor yarışma. Çünkü sahici olanın oyun gücünün sınandığı bir yarışma bu. Tam da Slavoj Zizek’in “reality şov”larla ilgili olarak yapmış olduğu tespiti onaylarcasına: “Bu şovlar” gerçek olsa bile insanlar bunlarda yine de rol yaparlar, kendilerini oynarlar. Romanların klasik tekzibi (bu metindeki kişiler kurmacadır gerçek kişilerle her türlü benzerlik tesadüften ibarettir) reality şov için de geçerlidir. Gerçek hayat içinde kendilerini oynasalar da orada kurmaca kişiler görürüz. (Zizek, Kırılgan Temas, s.296)
Yarışmacı olarak seçilebilmeniz hikâyenizin trajik boyutu ile alakalı değil. Önemli olan o trajik boyutta sizin ne yaptığınız. Her şeye rağmen hayatta ve ayakta kalabilmeniz. Var mısın Yok musun yarışmasını diğer yarışma programlarından bir adım öne geçiren durum tam da buradan mayalanıyor. Yarışmacılar bir taraftan hikâyelerini en iyi şekilde oynayan oyuncu, diğer taraftan takım arkadaşları ile en yüksek dayanışmayı sergileyen sporcu, ekran başındakilere kaderleri ve kederleri ile nasıl başa çıktıklarını gösteren yaşam koçu olarak “orada” bulunuyorlar.
Var mısın Yok musun, sunucusu ve yapımcısı Acun Ilıcalı’nın hayattan aldığı bir tutam ibreti, gözlere sokmadan gönüllere gark etmesiyle TV tarihine geçti. Ama her başarılı ürünün taklitlerinin piyasaya sürülmesi gibi önümüzdeki günlerde her türlü yarışmacıya “kendisini oynaması”nı emreden formatlar sökün edecek.
Paylaş
Tavsiye Et