SOSYAL sistemler kriz uğraklarından geçerken, dört bir yandan “kurtarıcılar” zuhur eder. Kurtarıcıların kimi sistem-içi restorasyon önerirken, kimi sistemin iflas ettiğini, alternatif bir yapılanmaya geçmeden “kurtuluş”un muhal olduğunu söyler. Alternatiflerin bir kısmı salt rasyonel, bir kısmı mistik, bir kısmı da romantik olur. Her öneri sahibi, sesine kulak verenlerle bu kubbede hoş bir seda bırakmaya çalışır.
Küresel finans krizi etkisini göstermeye başlayınca, sistem-içi restorasyon yeni-Keynesçilik tarzında sesini yükseltmeye başladı. Görünmeyen el görevini yapamayınca, görünen el (devlet) devreye girmeliydi! Sistem muhaliflerinden bir kısmı (salt akılcılar diyelim bunlara) Marks’a sarıldılar; bir kısmı (haydi bunlara da mistikler diyelim) İslamiyet veya başka bir dine. Marksçılık, kapitalizm adını verdiğimiz modern ekonomik örgütlenmenin temeli sayılan mülkiyetçiliğe son vermek suretiyle problemi kâğıt üzerinde çözme girişimiydi. Bu yaklaşımla kurulan sosyalist düzenler, mülkiyet üzerindeki egemenliği ekonomik bir sınıftan alıp, daha kaba politik bir sınıfa verdiler.
Başta İslamiyet olmak üzere dünya dinleri ise temelde herhangi bir tarihsel sistemin problemlerini çözmeye değil; insanoğlunu, bu dünya hayatını aşan ebedî bir kurtuluşa erdirmeye taliptir. Din, cenneti şimdi ve burada gerçekleştirme “projesi” değildir. Müslüman kalarak kapitalist bir sisteme daha iyi işlerlik kazandırmak veya Budist ilkelere bağlı iken daha üretken bir kapitalist yapı kurmak söz konusu edilemez. Kapitalizm, belirli bir tarihsel uğrakta belirli bir sosyo-kültürel varlığın kendi hayat sahasını yerküre çapında genişletme arayışının sonucudur. Bu arayışı medenilik (veya modernlik) diye niteleyip; gerçekte sömürmeye çalıştığı insanları medenileştirmenin kendisi için bir borç (beyaz adamın yükü) olduğunu belirtmekten de geri durmamıştır.
Medenileştirme/modernleştirme süreci II. Dünya Savaşı’ndan sonra hızlandı. Merkezdeki kapitalist yapılarla bütünleşen her ülkenin bir “Küçük Amerika” olabileceği vehmi doğdu. Yeni ekonomik sistemin mahiyetine akıl erdiremeyen çoğu din adamlarının bile “medenileşme”ye can attıkları bu ortamda, doğal duruşlarına (ellerinin bilgisine) güvenerek direnebilenler galiba sadece şairler oldu:
Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili
Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum
Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar
Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor
Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi?
Gidin ve öteki yabancıları da beraber götürün
Tuhaf ve acayip şapkalarınızı da beraber götürün e mi
Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de
Kirli çamaşırları tahta döşemelerin
Üzerinde bırakmamanızı yalvararak isteyeceğim
Yalvararak isteyeceğim diyorum Medenî Adam.
Sezai Karakoç birçok şeyin ötesini söylediği bu “Ötesini Söylemeyeceğim” başlıklışiirini yazdığında 20 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yıl 1953’tü; modernleşme teorileri üniversite hocaları tarafından birer amentü gibi ezberletiliyordu. Şiirin kahramanı on yaşındaki Tunuslu çocuk, Fransız Medenî adama hem meydan okuyor, hem yalvarıyordu. Özellikle Medenî Adam’ın kirli çamaşırlarını tahta döşemelerin üzerinde bırakmasını istiyordu. Bunun ne zararı olabilirdi?
Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem
Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir
Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi
Hatta Matmazel Nikol’ün o kırmızı ipekli gömleğini
Bile giymek istemem istemeyeceğim.
Tanpınar-Karakoç-Kutlu
Ahmet Hamdi Tanpınar bu şiirden beş yıl önce Huzur romanını yazdı, Mustafa Kutlu 55 yıl sonra Huzursuz Bacak başlıklı uzun hikâyeyi. Tanpınar, çalışma düzenini kuramamış bir toplumda huzur arayan bir huzursuzdu; Kutlu, çalışmayı köşe dönmeyle örtüştüren bir toplumda huzursuz bacağının tıklamalarına tahammül eden bir huzurlu. Bir kanaat ekonomisine, daha doğrusu aristokratik bir huzur ekonomisine doğru kanat çırpan yaralı bir kuş. Yunus misali, huzuru yarasında. “Yûdum, yaramı sildim/Yaram kimdendir, bildim!” Yaz ortalarındaki bir sohbetimizde, “Bitirmek üzere olduğum uzun hikâyenin sonunda, sana yüklediğim bir görev bulacaksın” demişti. Kitabı okuyunca görev tanımım netleşti: Bir “kanaat ekonomisti” olacaktım!
Kapitalizm, binyılların kanaat ekonomisini yerle bir eden, insanlık tarihinin en devrimci, en dönüştürücü toplum sistemi. Beşerin psikolojisini, biyolojisinin yerine ikame etti. Türkçesi: İnsanoğlunun şehvet ve arzularını, ihtiyaç derecesine yükseltti. Gerçi farklı gömlekler giymek isteyen Ali’ler her zaman, her toplumda mevcuttu. Miladi 8. yüzyılda bile bir Çin bilgesi, eşya peşinde koşturan insanları birer yük hayvanına benzetiyordu:
“Yük hayvanı, eşya taşımayı seven bir böcektir. Nerede bir şey bulursa alır, başını kaldırır ve taşır. Eşya ne kadar ağır olursa olsun o gene taşır. Zamanımızın aç gözlü insanları da evlerini doldurmak için, ellerine düşebilen her şeyi alırlar; bunun kendileri için nasıl bir yük olduğunu düşünmezler. Hep korktukları, yeter derecede malları olmamasıdır. Görünüşte kudretli ve büyüktürler, onlara insan derler. Fakat ruhlarına bakılırsa küçücük şeylerdir. Acınacak şeyler!”
Kapitalizm her toplumdaki bu az sayıda “küçücük, acınacak şeyler”i genelleştirdi. Bütün toplum “yeter derecede malları olmamasından korkan” yük hayvanlarıyla doldu. Kapitalizm öncesinin tipik ekonomik aktörü olan zanaatkâr (esnaf), hem üretici hem tüccardı. Toplumun en temel ihtiyaç maddelerini, en kaliteli şekilde üretip hem para hem dua kazanmak istiyordu.
Kapitalizm, insanların temel biyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasına değil, sermayenin büyüme ihtiyacının giderilmesine odaklı nevzuhur bir ekonomik sistemdir. Daha doğrusu, insanoğlunun ihtiyaç hiyerarşisini tepetaklak eden yeni bir medeniyet. Soyluluğu, biricikliği temsil eden imzaların yerine, sürüye mensupluğu cilalayıp pazarlayan markaların medeniyeti. “Terziler birer sanatkârdır ve imzaları vardır değil mi? Oysa marka kolektif bir çabanın ürünüdür. Aslına bakarsan o da bir nevi konfeksiyon. Marka sahibi şirket, markalı pantolonu giyen erkeği veya marka parfüm sürünen kadını bütün dünyadan devşirdiği sürüsüne katıyor. Kovboyların sığırları damgalaması gibi… Oysa imza şahsi ve muhteremdir. Tekdir, biriciktir. Marka insanların şahsiyetini siler, onları tek-tip yapar. İmza çeşitliliktir. Şahsiyetin muhafazası, kimliğin ispatıdır.”
Kutlu’nun romanı bu ve benzeri önemli tespitlerden sonra bizi aristokratik bir çözümün eşiğine getirir: Dededen kalma çiftlikte doğal üretim. “Adem Efendi’nin eşi bir tabak çilek getirdi. Bu nasıl bir çilektir arkadaş? O tat, o dirilik, o koku. Üzerinde ne ilaç, ne hormon. Dibindeki gübre doğal. Eh tamam öyleyse, yapacağımız iş malum olmuştur. Bu çiftlikte kalacağız, organik meyve ve sebze yetiştireceğiz.”
Tıpkı dedelerimiz gibi. Tanpınar da kültürel bakımdan dedelerin tarzına bağlıydı. “Biz buyuz; Nevakâr’ız, Mahûr Beste’yiz. Onların içimizdeki yüzleri, bize ilham edecekleri hayat şekilleriyiz. Bursa’da musıkî, şiir, tasavvuf hep iç içe konuşuyor! Taş dua ediyor, ağaç zikrediyor.” Bu dua ve zikre rağmen, Huzur yazarı akla sımsıkı yapışmıştır: “Beni iyi anla! Mistik olmuyorum. Belki bir aydınlığa, realitenin kendisi olan bir düşünceye bağlanıyorum. Kendimizi tanımamızı ve sevmemizi istiyorum… Ancak bu suretle insanı bulabiliriz. Kendimiz olabiliriz.”
Huzur’un huzursuz kahramanı İhsan’ın bu fikirleri arkadaşlarının kafasını karıştırıyor. Diyorlar ki: Bir taraftan insanın ve manevî kıymetlerin etrafında ısrar ederken, öbür taraftan cemiyet içinde bir kalkınma işi ile uğraşıyor, her şeyin başında iş hayatının tanzimini istiyorsunuz. Bu çok maddede kalmak olmuyor mu? İhsan’ın cevabı kocaman bir hayırdır: “Biz bir taraftan bir medeniyet ve kültür buhranı içindeyiz; diğer taraftan bir iktisadi reforma ihtiyacımız var. İş hayatına açılmamız lâzım. Bunlardan birini öbürüne tercih edecek vaziyette değiliz. Buna hakkımız da yok. İnsan birdir. Çalıştıkça ve bir şey yarattıkça kendisini bulur. İş mesuliyeti, mesuliyet düşüncesi insanı doğurur.”
Melekleri Ekonomiye Dâhil Edin!
Kutlu’nun kahramanı ferdî bir çözüm peşindedir, Tanpınar’ınki içtimai. Kutlu önerdiği ferdî çözümle mutmain olmamış ki, kahramanına bir de Kanaat Ekonomisi kitabı yazdırtmak istiyor. Fakat şeytanın eli boş durur mu? “İçimdeki şeytan derhal harekete geçti. Diyelim ki kitabı yazdın. Ortaya işe yarar bir fikir attın. Buna kim sahip çıkacak, kim uygulayacak? Kitap rafta kalacak, sen boşa kürek çekeceksin. Hepimizin içinde böyle bir şeytan yaşar. Bizi hayra hizmetten alıkoymaya çalışır. Havanı alırsın şeytan efendi. Bu rüzgar, bu çiçekler, bu ağaçlar benden yana. Ben artık sevincini bulmuş biriyim. Bu kitabı Allah’ın izniyle yazacağım, sonra götürüp denize atacağım.”
Yirmi yaşındaki Karakoç’un on yaşındaki Tunuslu kahramanı da şeytanın farkındadır. Fakat onun şeytanının adeta eli kolu bağlıdır. Yağmur (rahmet) yağınca deliğinden çıkamaz:
Siz şeytanı çok seviyorsunuz galiba Bay Yabancı
Siz şeytanı niçin bu kadar çoköpüyorsunuz
Kabul ediyorum sizinki bizimkinden daha güzel
Ama bizimki sizinkinden daha efendi daha utangaç
Onu hiç görmedim o bize hiç gelmiyor
Hele yağmur onu hiç deliğinden çıkarmıyor sanıyorum
Ben yağmuru çok seviyorum Bay Yabancı
Yağmur rahmettir, şeytanı deliğinden çıkartmayan ilahi müdahale. Buna mazhar olabilmek için “yaşama sevinci”ni bulmak lazım. Müslüman bir toplumda yaşama sevinci ölüm bilincine sarılı olarak gelir:
Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün.
Kutlu’nun “yaşama sevinci”ni bulmuş kahramanı, kitabını Allah’ın izniyle yazıyor, sonra götürüp denize atıyordu. İnsanlar fark etmese bile, melekler fark edecekti. Karakoç’un melekleri de “bir demir parçasının üzerine oturmuş, her biri bir damla atmıyor muydu aşağıya?”
İşte yağmur bunun için yağıyor
Ben bunun için yağmuru seviyorum
Yağmur bizim için yağıyor
Çalılar için Süleyman’ın tabancası için
Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor.
Tanpınar yaşasa Karakoç ile Kutlu’nunkine “mistik yaratıcılık” derdi. O, bir nevi mistikliği de içeren “rasyonel yaratıcılık”tan yanaydı: “Evvelâ işin açılması, genişlemesi, cemiyetin ve hayatın yaratıcı vasıflarını tekrar kazanması lazım”dı.
Kutlu’ya söz: Allah’ın izniyle Kanaat Ekonomisi’ni yazacağım. Orada melekler asli bir yer tutacak. Şeytan da olacak tabii, o da bir melekti çünkü! İçinde şeytan olmayan bir iktisat kitabı, hatta herhangi bir “hayat bilgisi” kitabı yazmak mümkün değil. Ona uyup yasak meyveyi tattığımız günden beri kıtlık paradigması ile yaşamaya mahkumuz. Yani Allah bize ne kadar nimet bahşederse etsin, gözümüz doymaz! Ekonomi bu doymazlığın bilimsel ifadesidir. Tanpınar’ın nasıl acıyla kıvrandığını görmüyor muyuz?
Paylaş
Tavsiye Et