GÜNÜMÜZ küresel sisteminin en temel aktörleri olan ulus-devletlerin egemenliklerinin limitlerini temsil eden sınırlar, üstlendikleri fonksiyonlar bakımından siyasi, ekonomik ve sosyal hayatı ciddi şekilde etkilemektedir. Coğrafi alanların egemenlik nesnesi olarak devletler arasında paylaşılması ve bu paylaşımın uluslararası hukukun bir parçası olarak kabul edilmesi modern sınır anlayışının temelini oluşturur. Bir sınırla çevrelenmiş insanların ortak bağlılıklar, değerler ve özelliklere sahip olduğu varsayılır. Tüm insan toplulukları kendilerini, kendi algıladıkları sınırlara göre tanımlasalar da, sınırlar bazen de bir ayrılık ve farklılık duygusu meydana getirmek için bilinçli olarak oluşturulur.
Sınır çeşitleri olarak kabaca iki türden bahsedilebilir: doğal ve yapay sınırlar. Doğal sınırlar büyük ölçüde coğrafi ve bazen de etnik özelliklere göre tanımlanabilir. Su yolları, dağ silsileleri ve diğer doğal yeryüzü şekilleri en temel coğrafi özelliklerdir. Yapay sınırlar ise herhangi bir coğrafi ve etnik temele değil, büyük ölçüde siyasi kararlara dayanır. Yapay sınırların daha gerçekçi hale dönüştürülebilmeleri için sınır karakolları, gözetleme kuleleri ve devriyeler gibi araçlara ihtiyaç duyulur. Günümüz modern sınırları büyük ölçüde doğal ve yapay özellikleri aynı anda bünyesinde barındırmaktadır. Bu prensiplere dayanan sınırların oluşturulmasında çeşitli aşamalardan geçilmektedir. Bunlar kısaca, tarihî gelişim, sınırlandırma, sınırın çizilmesi ve olgunlaşma olarak ifade edilmektedir. Dünya genelinde ortaya çıkan sınır sorunlarının çeşitlerine göz atıldığında ise genel hatlarıyla şu dört farklı durumdan bahsedilmesi mümkündür: sınırın hiç olmaması, bir sınırın meşruiyetinin sorgulanması, farklı ve birbirine rakip sınır tanımlamalarının yapılması ve bir sınırın etkisinin belirsiz olması.
Modern sınır anlayışı Avrupa’da Fransız Devrimi sonrasında ortaya çıkmıştır. Çok-uluslu imparatorluklar dönemindeki eski sınır anlayışı insan topluluklarını kontrol etmeye, günümüzde hâkim olan modern sınır anlayışı ise belirli toprak parçalarını kontrole dayanır. Sınırları kesin olarak belirlenmiş ulus-devlet modelinin sömürgeciliğin de etkisiyle Avrupa’dan dünyanın diğer bölgelerine yayılması ile farklı ülkelerde yaşanan sınır sorunları arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur.
Yukarıdaki kavramsal tartışmalar sonrasında Ortadoğu olarak adlandırılan bölgedeki sınırlara baktığımızda karşımıza çıkan tablo oldukça düşündürücü. Devletler arasında savaşlara neden olan sınır sorunları Avrupa’nın gündeminden neredeyse tamamen düşmüşken, bu bölgede yakın zamana kadar sınır kaynaklı anlaşmazlıklar yaşanmaktaydı. Sınırlarla ilgili bazı sorunlar halen çözülememiş, dondurulmuş durumda. Irak’ın Kuveyt ve İran ile yaşadığı sorunlar şu an için gündemde değil; ama bu durum eski sorunların çözüldüğü anlamına gelmiyor. Suriye-İsrail ve İsrail-Filistin sınır anlaşmazlıkları da henüz aşılamamış sorunlar olarak karşımızda duruyor.
Ortadoğu’daki sınırların büyük çoğunluğu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölgenin coğrafi ve etnik gerçekliklerinden ziyade bölge dışındaki büyük güçlerin çıkar ve isteklerine göre çizildi. Ortadoğu’da 20. yüzyılın başında ortaya çıkan ulus-devlet yapılarından önce insanlar, kendilerini bir devletten çok bir yöneticiye bağlı hissediyorlardı. Bölgenin pek çok yerinde doğal kaynaklar hayatı devam ettirmeye yeterli olmadığından insanlar gerekli kaynaklara ulaşmak için sürekli hareket halinde idiler. Bu göçebe yaşam tarzı Avrupa’da gelişmeye başlayan belirli bir toprak üzerinde kontrol kurma anlayışı ile çelişiyordu. Bölgede sınır sorunlarının sebebi olarak iki temel neden dile getirilebilir: Birincisi, sınırların uluslararası hukukun kurallarına tam olarak uymaması; ikincisi, sınırlar belirlenirken yerel toprak örgütlenmelerinin büyük ölçüde ihmal edilmesi.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Ortadoğu’da hâkim olan İngiltere ve Fransa, mevcut sınırların şekillenmesinde önemli rol oynadı. İngiltere’nin rolü özellikle Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan ve İran sınırlarının belirlenmesinde aşikârdır. İngiltere’nin Irak’taki Yüksek Komiseri Sir Percy Cox, bu ülkenin Kuveyt ve Suudi Arabistan ile olan sınırlarının çizilmesinde en belirleyici aktör oldu. Günümüze kadar devam eden bazı sorunların kökeninde, savaş sırasında bölgedeki çeşitli aktörlere verilen farklı sözler yatıyor. Mesela Irak’ın Kuveyt ile ilgili iddialarının kökeninde, iki ülke arasındaki sınır çizilirken savaş sırasında verilen farklı sözler nedeniyle Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan arasında 21 Kasım 1922’deki Uqair Protokolü ile çizilen sınırlar bulunuyor. Bu anlaşmada Arabistan Emiri İbn Suud, Irak’a terk ettiği topraklara karşılık Kuveyt Emiri’nin haberi olmaksızın Kuveyt’te vaat edilen topraklarla ödüllendirildi. Yine İngilizler, o dönemde önemi gitgide artan petrol kaynaklarını tek bir ülkede toplayabilmek için Musul ve Kerkük bölgesindeki petrol yatakları ile Basra bölgesindeki petrol yataklarını bugünkü Irak devleti bünyesinde birleştirdi. Hatırlanacağı üzere Musul bölgesi, İngilizler tarafından Mondros Mütarekesi sonrasında işgal edilmişti. Türkiye’nin bu durumu kabul etmemesi nedeniyle Irak-Türkiye sınırı Lozan Anlaşması’nda kararlaştırılamadı; daha sonra toplanan konferanstan da sonuç çıkmayınca, Cemiyet-i Akvam aracılığıyla sorun çözüldü. Bu gecikme nedeniyle, Türkiye-Irak sınırı 1926’ya kadar kesin olarak belirlenemedi.
Öte yandan 1916’da imzaladıkları Sykes-Picot Anlaşması uyarınca Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler Ürdün ve Filistin, Fransızlar da bugünkü Suriye ve Lübnan topraklarına girerek buralarda manda yönetimleri kurdular. İngilizler tarafından yine 1916’da Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’a da vaat edilen Suriye’yi Fransızların işgali, Arap milliyetçiliğinin doğduğu bu topraklarda halkın büyük tepkisine yol açtı. Yerel aktörlerin güçlerini sınırlandırmak için etnik ve dinî azınlıkları kullanmak suretiyle “böl ve yönet” siyasetini takip eden Fransızlar, önce Suriye topraklarını beş ayrı idari birime ayırdılar; ardından Cebel-i Lübnan bölgesine, Maruni Hıristiyanların talepleri doğrultusunda, Suriye’den koparılan Müslümanların yaşadığı toprakların da dâhil edilmesiyle 1920’de Büyük Lübnan Devleti’ni kurdular. Bölgede Batı müttefiki küçük bir Hıristiyan devlet olarak tasarlanan Lübnan, bir yandan karmaşık nüfusu ve zayıf devlet yapısıyla bölgede önemli bir istikrarsızlık kaynağı olurken, diğer yandan Lübnan’ı “Büyük Suriye”nin bir parçası olarak gören Şam’ın askerî ve siyasi müdahalelerini beraberinden getirdi. Lübnan’ın sık sık bölgesel nüfuz mücadelelerine ve çatışmalara sahne olmasının kökeninde Fransızlar tarafından inşa edilen suni bir devlet olması yatıyor.
Küreselleşme ile dünyanın pek çok yerindeki sınırlar önemini yitirirken, Ortadoğu bölgesindeki sınırlar, oluşturulmalarındaki sorunlar nedeniyle hâlâ tartışılmaya devam ediliyor. Bunun en önemli sebebi, başta belirttiğimiz coğrafi ve etnik gerçeklik temeline tam oturmamış olmaları. Bu nedenle yapılması gereken, günümüzde bu sınırları yeniden tartışmaya açmak değil, onların negatif fonksiyonlarını en aza indirecek düzenlemelerin gerçekleştirilebilmesidir.
Paylaş
Tavsiye Et