TÜRKİYE’NİN son yıllardaki yeni dış politika vizyonu konusundaki analiz ve tartışmaların merkezinde iki temel makro meselenin ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan birincisi çok boyutlu dış politika anlayışının bir sonucu olan Türkiye’nin Ortadoğu ve Orta Asya ülkeleriyle geliştirdiği işbirliği ve ortaklıkların AB hedefinden sapmaya yol açıp açmadığı meselesi.
Bu konuda hakim olan bakış açısına göre, Türkiye’nin AB ile olan ilişkisi stratejik bir zeminde değil ancak bir angajman tarzında mümkün ve inandırıcı olabilir. Dünya siyasetinde güçlü hiçbir siyasi aktörün benimsemediği böyle bir yaklaşımın Türkiye’den beklenmesi, Türkiye’nin aktif ve potansiyel gücüne duyulan güvenin zayıflığından kaynaklanıyor. Tarihî derinlik ve sürekliliği olan AB vizyonunun Türkiye’ye getirdiği reformların bugünkü siyasi açılımlara sağladığı demokratik ortamın önemini, Türkiye’deki siyaset yapıcılarının göremeyebileceğini düşünmek, eleştirilen muhatabın iyi kavranamadığını ya da kavrama çabasının olmadığını gösteriyor. Çok boyutlu dış politika stratejisinin kendisiyle açıklanmak istenen “ok-yay” metaforuna göre yay Doğu’ya doğru çekilebildiği oranda Batı’da kat edebileceği mesafe artar. Aslında bugünkü sürecin, yayın Batı’ya doğru çekilmiş olmasından doğan Doğu’ya açılım tecrübesine karşılık geldiği de söylenebilir.
Türkiye eğer ABD ile stratejik ilişki içerisinde, NATO üyesi ve AB katılım müzakereleri sürecinde birçok reformu gerçekleştirmiş konumda olmasaydı, muhtemelen bugünkü düzeyde güçlü, saygın ve demokratik bir ülke olmayacaktı. Batı dünyasıyla geliştirmiş olduğumuz bu ilişkinin temelinde de Osmanlı devletinin köklü ve zengin tarihî mirası önemli bir rol oynuyor. “Çifte-yay” metaforu bu noktada daha kapsamlı bir açıklama modeli sunabilir. Yani tarihsel süreçte yay Doğu’ya doğru çekildiğinde Batı yönünde, Batı’ya doğru çekildiğinde de Doğu yönünde hareket alanı açılıyor. Bu özelliğinden dolayı Türkiye, Ortadoğu’da Ortadoğulu, Avrupa’da Avrupalı, Kafkaslarda Kafkasyalı olabilmek gibi bir tür çok boyutluluk sergileyebiliyor.
Sonuççu Yaklaşım ve Süreç
Günümüz Türk dış politikasında ön plana çıkan ve asıl konumuz olan ikinci makro mesele ise “süreç” politikasıdır. Dış politika alanında konulara genel olarak üç temel yaklaşım biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan ikisi dış politika yapıcılarına aitken birisi dış politika yorumcularına aittir. Dış politika yapıcılarının benimsediği alternatif iki yaklaşım biçimi statükoculuk ve değişimcilik ya da reformculuktur. Dış politika yazarlarının benimseme eğilimi sergilediği üçüncü yaklaşım biçimi ise bizim isimlendirmemizle çözümcülüktür.
Sonuççu yaklaşımda, tıpkı matematik problemlerinde olduğu gibi kesin ve sabit bir çözüme ulaşılması beklenir. Üzerinde durulan problemin herkesçe kabul edilebilecek genel geçer bir çözümünün olduğu varsayımına dayanan bu yaklaşım, analitik bir değerlendirmeden ziyade eleştirel tutumun merkeze alındığı bir yaklaşım biçimidir. Bugün sosyal bilimlerde, fen bilimlerindekine benzer şekilde, genel geçer sonuçlara ulaşabilmenin, iki alanın temel işleyiş ilke ve yöntemleri bakımından mümkün olmadığı genel kabul görmektedir. Dolayısıyla sonuççu yaklaşımın eleştirel tutumunun güçlü bir dayanağı olduğundan bahsedebilmemiz mümkün değildir. Bu durum, sonuççu yaklaşımın dış politika konularının değerlendirilmesine hiç katkıda bulunamayacağı anlamına gelmez. Ancak sonuççu yaklaşımın katkısı, dış politika konularının ortaya konulması aşamasında sergileyeceği reform talepleri, detaylı tasvir ve soracağı sorularla sınırlı kalacaktır. Çünkü detaylı bütün tasvir ve soruların ulaşmaya çalışacağı şeyin, bahsettiğimiz nedenlerden dolayı hipotetik bir sonuç olması kaçınılmazdır.
Dış politika alanındaki süreç yaklaşımında ise stratejik planlama ve taktik hamlelerin dinamik seyri içerisinde ulaşılan her aşama ve bu aşamaların bileşiminin ortaya çıkardığı kazanımlar, ulaşılmış bir çözüme tekabül eder. Ancak bu çözüm de tamamlanmaya duyacağı ihtiyaçtan dolayı yeni aşamalar talep edebilir. Ve ulaşılacak her yeni aşama, çözümün mahiyet ya da form bakımından bir değişime uğrayabileceği anlamına gelir. Örneğin; AB’nin başlangıçta Avrupa Kömür Çelik Topluluğu olarak kurulması, o günkü tarihsel bağlam ve koşullarda çizilen stratejik vizyonda belli bir aşamaya tekabül etmekteydi. Ne bu topluluğun kurulmuş olması hedeflenen nihai bir sonuca karşılık geliyordu ne de AB’nin bugün geldiği daha ileri bir noktada derinleşme yerine genişleme yönünde yapmış olduğu tercih, hedeflenen sonuçtan kati bir sapma anlamına geliyor. Burada tartışılabilecek şey, AB’nin sahip olduğu stratejik vizyon doğrultusunda mesafe almak için oluşturduğu süreçlerin doğru süreçler olup olmadığı ve de bu süreçleri başarılı bir şekilde yönetip yönetemediğidir.
Ayrıca ulaşılan bir aşamanın, kontrol edilemeyen koşulların yarattığı engellerden dolayı, beklenenden uzun sürmesi ya da durması da söz konusu olabilir. Türkiye ile AB arasındaki müzakerelerinin son iki yılda arz ettiği durağan hal bahsettiğimiz koşula uygun düşen bir örnek olarak gösterilebilir. AB ile üyelik müzakerelerini başlatma başarısını göstermiş Türkiye’nin karşısında bugün, Fransa ve Almanya gibi iki temel kurucu ülkesinin mevcut antlaşmaları hiçe sayarak evrensel uluslararası “ahde vefa” (pacta sunt servanda) ilkesini açıkça çiğnemeyi göze alabildiği bir AB var. Buna rağmen Türkiye konuya süreç perspektifi ile bakarak, reform sürecini az tartışmalı teknik konulardan başlayarak anayasa reformu gibi tartışmalı konulara doğru ilerleyen bir çizgi üzerinde yeni bir aşamaya taşıyacağını açıklamak suretiyle konu hakkındaki kararlılığını göstermiştir.
Yukarıda belirtilen hususlar ışığında diyebiliriz ki, dış politikada “sorun çözümü” demek “başarılı süreç yönetimidir”. Bu sebeple olsa gerek, uluslararası ilişkilerin bir alt disiplini olan ve Türkçeye “uyuşmazlık analizi ve çözümü” şeklinde çevrilen disiplin, İngilizcede conflict analysis and solution değil conflict analysis and resolution şeklinde karşılığını bulmuştur. Genelde fen bilimlerinde kullanılan solution yerine resolution teriminin kullanılmasının nedeni, çok ihtimalli bir sürecin ve çözüm alternatiflerinin varlığına delalet edilmesinin sosyal bilimlerde daha uygun olacağı düşüncesidir. Türkiye’nin mevcut dış politikasındaki başarısını ve uluslararası ilişkilerdeki artan güç ve itibarını stratejik derinliği olmayan taktiksel derinlikle açıklama eğilimi, çözüm anlayışını dinamik değil statik bir kabule, yani resolution’a değil solution’a dayandırmaktan kaynaklanabilir.
Bir süreç hem aşamaları olan başlı başına bir entitedir hem de bir süreç diğer süreçler bağlamı içerisinde bir aşama konumunda olabilir. Yani süreçler ve aşamalar birbirlerini destekleme ve tamamlama fonksiyonu üstlenirler. Konuyu strateji ve taktik bağlamında ele alırsak, makro bir süreç olmadan başarılı aşamalara ulaşılamayacağı gibi stratejik vizyon olmadan da başarılı taktik pozisyonlar alınamaz.
Paylaş
Tavsiye Et