TOPLUMLARIN “millet olma” vasıfları tarih sahnesinde çeşitli mahiyetlerde sınanır. Türk milletinin bu sınanma şekli ise artık istisna olmaktan çıkıp kural haline geldi. Adeta kader bizim milletimize “madem öyle, gel böyle” diyor; yani “madem bu coğrafyada ısrar ediyorsun, bu gemiyi de idare edeceksin…” Bütün bunlara rağmen yaşadığımız herhangi bir son tecrübe, sanki ilk tecrübeymiş gibi her defasında elimiz ayağımız birbirine dolaşıyor; aynı gemide ortak kader birliği içerisindeki insanlar değil de adeta dar bir köprüde yolları kesişen iki inatçı keçi gibi davranıyoruz. Önce gemiyi delip, sonra düşünüyoruz.
Son küresel krizde de “bindiği dalı kesme” oyunu bir kez daha tekrarlandı. Oysa krizlerde en önemli ilke kaliteli iletişimdir. Neler oluyor, imkanlar ve kısıtlamalar neler, muhtemel bedeller kimler tarafından hangi süre ile ne miktar ödenecek gibi soruların cevapları iletişim sonucunda ortaya çıkar. Davet etmediğimiz bir krize karşı elimizdeki en büyük güç, bu ortak duruş ve dayanışmadan gelir.
Ancak son krizde öyle olmadı. Bir anda kıyamet tamtamları ufku kararttı. Krizin adresi ve nedeni başkaları olduğu halde, sanki 1994-2001 arasında, her iki buçuk senede bir üç devasa krizi biz yaşamamışız gibi paniği bizi vurdu. Üstelik gerekçesiz bir şekilde. Krize rağmen 2009 yılının ilk dört ayı sonuna kadar kârına kârlar katan bankalar, “panikçi elebaşılığı”na soyunarak tam bir “ekmek teknesine tekme atma” basiretsizliği sergilediler.
Sahi biz neden anlaşamıyoruz? Kısaca cevap vereyim. Birçok ülke tabii olarak sorun yaşar ve sorunlarını aklın, kurumların, tecrübenin ve iyi niyetin devreye girmesiyle kangrene döndürmeden çözer. Türkiye ise küçük sivilceleri bile kangrene dönüştürüp altında kalıyor. Çünkü Türkiye’de tarihin, tecrübenin, aklın, irfanın ve izanın devreye girmesini engelleyen “tampon mekanizmalar” var. Ayrıştırarak, bölerek ve parçalayarak bir milleti itip kakmayı devlet idaresi zannedenler, bunu maharetmiş gibi bitmek tükenmek bilmeyen bir malzeme olarak kullanageldi.
Bu kesimler hele bir de 29 Mart yerel seçimleri ile küresel kriz gelip çatınca, “AK Parti’ye son bir ‘Ergenekon Tokadı’ atmanın zamanı gelmiştir” diye düşündüler zahir. 22 Temmuz seçimleri öncesinin Cumhuriyet mitinglerinin (Bkz. “Ulusalcı Çocuğa Mektup”, Anlayış, Temmuz 2007) ve e-muhtıranın yapamadığını, küresel krizden beklediler. Adeta “AK Parti kaybedip bir erken seçim süreci başlayacaksa, Ergenekon süreci duracaksa, varsın bir kriz daha gelsin, hoş gelsin” dercesine kriz duasına çıktılar. Hatta son kınalarını da bu uğurda yaktılar.
Anlayacağınız iletişim tek taraflı olmaz. Bir taraf neyi nereden onarabilirim diye bakarken, bir taraf habire bunu inkar ederse, öte yandan uğursuz bir yıkım ekibi iş başında ise, diğer bir kesim kendine düşeni yapmak yerine “bir darbe de benden” derse, buradan iletişim ve mutabakat değil, bir didişme ve kaos çıkar. Banka müşterisini batırma yarışına girerse, patron krizi bahane edip yetişmiş elemanını kapının önüne koyarsa, müşteri-esnaf fatura ve çekleri “takarsa”, kamu (TOKİ, belediyeler, bakanlıklar vs.) işadamının hak ettiği bedelleri bir türlü ödemeyip bankaları suçlamakla durumu idare etmeye kalkarsa… Liste böylece uzayıp gidiyor. Bunun adına “elini taşın altına” koymak değil, “zincirleme trafik kazası” denir. Oysa gerçek şu ki, hükümetler artık her şeyi başarmaya muktedir değiller; elde etmek istediğimiz hedefler, müşterek irademizi ortaya koyabilmemize bağlı olarak ufukta bizi bekliyor. Anlatmak istediğim husus şu: Ancak anlaşmak zorunda olanlar anlaşırlar, anlaşmanın dilini bulup geliştirirler. Bu dil, bu topraklarda fazlasıyla var; ancak tarihe gömülü değerler olarak bekliyor.
Japonya’da Şogun’ların (feodal derebeyleri) saraylarında, kabul salonlarının hemen içinde gizli bir bölme vardır. İşler yolunda gitmezse Şogun işaretini verir ve bir anda adamlar ünlü kılıçlarıyla içeri dalarak ilgilileri hemen oracıkta derdest ederler. Benzer bir şekilde bizde de her sıkıştığında “Ordu göreve!” diye inleyen adamlar konuşmak yerine, “Benim kim olduğumu biliyor musun?” türünden höykürüyor. Bu davete -bittabi- icabet etmek üzere zaten eli kulağında bekleyenler olduğu sürece, bir kesim istediği kadar “anlaşacağım” diye kendini paralasın, diğeri bir yolunu bulup “suyumu bulandırdın” diyerek yavuz hırsız rolünü başarıyla oynayacaktır.
Türkiye’nin bir an evvel ortak kadere dayalı müşterek paydaları büyütmek üzere gerekli kriz yönetme mekanizmalarını oluşturması gerekiyor. Ancak bunun en büyük kurumu olan Anayasa S.O.S. veriyor. Zira bu Anayasa yönetme erkini kilitlemek, yönetemeyen ve bu yüzden iyi saatte olsunlara davetiye çıkaran türden bir çingene bohçası olarak “tertip” edilmiş. Lafı eğip bükmeye gerek yok; Ergenekon gider, bayramlar geri döner, Anayasa da en baba yasa da bu millet tarafından yapılır.
Aylarca hükümete “Bize para ver” şeklinde özetlenecek tekerlemenin ötesine geçemeyen, hükümeti sürekli aymazlık ve gecikme ile suçlarken kendisi işçisini “dakika bir” kapının önüne koyan işverenler, şimdi çıkmış, yerel seçimlerden sonra “Eve kapanma, pazara çık” gazı veriyorlar. Tüketici kim? Dün işten attığı emekçi. Emekçi de haklı olarak “Akıl verme, para ver” diyor. Anlaşılan seçimde istedikleri neticeyi alamayınca, bindikleri dalı kesenler şimdi tamire çıkmışlar. İşsizlik Fonu, Kredi Garanti Fonu, IMF’den gelecek taze kaynak, hükümetin vereceği bütçe açıkları bu uğurda murat ediliyor.
Paylaş
Tavsiye Et