MODERN çağın ilk köktencisi Jean-Jacques Rousseau, ününü 33 sayfalık bir konuşmaya borçludur: Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev. Buradaki bilim kelimesinin yerine medyayı koyup metni yeniden okuduğumuzda, 18. yüzyıl Cenevre yurttaşının derin bir bilgelikle 21. yüzyıl Türkiye’sini haber verdiğini rahatlıkla görebiliyoruz: “İhtiyacın doğurduğu kral tahtlarını medya güçlendirmiştir. Ey dünyanın egemenleri! Gazetecileri sevin, medya için çalışanları koruyun. Ey medenî milletler, medyayı besleyin. Ey mutlu köleler, o sizin özene bezene teşhir ettiğiniz kibar ve ince zevki onlara borçlusunuz. Aranızdaki ilişkileri pek tatlı, pek kolay bir duruma getirin. O yumuşak huylarınızı, medenî şehir âdetlerinizi, kısacası hiçbir erdeme sahip olmadan bütün erdemlere sahipmiş gibi görünmek maharetini onlar sayesinde elde ettiniz!”
Rousseau’nun yaşadığı çağda feodalizm çatırdıyor ve yeni bir dünya kuruluyordu. Kalbi olan her insan-düşünür gibi, o da halkının bu yeni dünyada insanca bir konum almasını arzu ediyordu. Bugün de kapitalizm çatırdıyor ve yeni bir dünya kuruluyor. Fakat Türkler o dünyada yerlerini alamıyorlar. Çünkü Rousseau’ya nispet edilebilecek insan-düşünürleri yok! Her medyatik Türk’ün kafasında ayrı bir dünya resmi canlanıyor, kalbinde ayrı bir dünya özlemi tutuşuyor. Çocuklarımızın, belki hiç gerekli olmadığı halde çıkarılan bir yasaya rağmen üniversiteye başörtülü girmesini “kara gözlüklü aşiret”in istilası sayan “amiral gemimizin başyazarı” bakın neler hayal edebiliyor:
“Oysa ben neler hayal ediyordum. 100 yılın sonrasının Türkiye’sini şimdiden düşünmeye başlıyordum. Mesela, Çanakkale Boğazı’nı. Onun etrafında dünyanın en muhteşem şehrini kurmayı. Şehrin adı değiştirilecekti. Adı Troya olacaktı. Bütün dünyanın bildiği, herkesin her gün konuştuğu bir isim. O efsane isme yakışan bir şehir kurulacaktı. Mesela, Efes antik kentinin etrafını dünyanın en büyük cam fanusu ile kaplıyor, onun etrafında 21. yüzyılın bir başka muhteşem yerleşim yerini kuruyorduk. O yeni şehrin adı da Efes oluyordu. Bir yandan geniş yollarla denize bağlanıyor, öteki taraftan Meryem Ana’ya, Selçuk’a açılıyordu. Ben son 20 yılımı bu hayallerle geçirdim. Rahmetli Özal bana bu inancı verdi. Peki, şimdi bu umutsuzluğum karamsarlığa mı dönüştü? Bir haftada kara gözlüklüler aşiretine mi iltica ettim? Hayır, içimdeki iyimser hâlâ direniyor. Ama bir yanım var ki, ona mani olamıyorum. Şaşkınlığıma. Etrafımda olup bitene, bana demokrasi diye yutturulmaya çalışılan o ekseriyet megalomanisine, o nobranlığın arkasındaki sığlığa ve zavallı misyon duygularına. Evet, bunlara şaşırıyorum. Benim hayal ettiğim Türkiye, bunları çoktan aşmış, ufkun çizgisini bile geçmişti. Oysa şimdi bugün neredeyiz. Ya ben iflah olmaz bir hayalperesttim, ya onlar hayalcilikten, vizyondan, yaratıcılıktan nasibini almamış gerçekçiler. Ben Çanakkale Boğazı’nın etrafına 21. yüzyılın Troya’sını kurmayı hayal ediyordum, onlar bütün Türkiye’nin üzerine türbanı sermeyi. Demek ki farklı gemilere binmiş, farklı denizlere açılmışız.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 9 Şubat 2008)
Fiyakalı bir romantizmin gizlediği katı bir realizm. Bir başkası olmaya can atan, bu başkasının kendine benzemeyenleri sürekli baskı altında tutması uğruna demokrasiye “çoğunluk megalomanisi” diyebilen, en basit bir insan hakkını ülkenin geleceğini karartan bir nesne olarak resmeden sinsi bir gerçekçilik. Hürriyet adlı bir gazetede yazacaksınız, ama hürriyet ve insan haklarını “kara gözlüklüler aşireti”nin simgeleri sayacaksınız. Dünyanın herhangi bir şehrinden, biraz insaf sahibi herhangi bir aydın Türkiye’ye gelse ve tüm bu sözlerin üniversitede türban serbestisi nedeniyle sarf edildiğini öğrense, her halde “Troya’nın da, Efes’in de canı cehenneme!” derdi.
Türk Modernliğinin İflası
Türk modernliği bir ahlak geliştiremedi. Mevzu budur! Ahlak, nesnellik gerektirir. Sadece başkalarının uyacağı kurallarla bir ahlak sistemi oluşturamazsınız. Önce kendinizin uyması gereken ilke ve kuralları belirlemeniz gerekir. Cumhuriyet aydını bu bakımdan katıksız bir ahlaksızdır ve bu durum 2000’lere özgü de değildir. Ahmet Hamdi Başar’ın çiçeği burnunda hatıratı bu gerçeğe bakın ne güzel ayna tutuyor:
1930 sonları. Serbest Fırka feshedilmiş. Atatürk, Kayseri’ye gitmek üzere Ankara garından hareket etmiştir. Yolda etrafındaki aydın ve idarecilere yönelttiği soru şudur: “Serbest Fırka’yı feshetmekle iyi mi ettik?” Serbest Fırka, Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk demokratik adımı. Halk fırkaya öylesine rağbet gösteriyor ki, Atatürk birkaç ay içinde geri adım atıyor. Atatürk’ün tavrını anlamak zor değil. Bir numara olma konumunu kimseyle paylaşmak istemiyor. Asıl önemli olan, aydınların tavrı. Onlar gerçekten ahlaklı olsalar, “özü sözü bir” bir yönetim kurmak imkân dahiline girebilirdi.
“Serbest Fırka’yı feshetmekle iyi mi ettik?” sorusuna herkesin cevabı aynıdır: Evet Paşam, iyi ettik! Sürüden ayrılan sadece A. Hamdi Başar’dır, fakat onun da cevabı son kertede dar sahada top çevirmekten ibarettir: “Eğer, dedim, Serbest Fırka’yı kurmakla iyi etmişsek kaldırmak iyi olmadı. Yok, böyle bir fırkayı kurmak yanlış idiyse kaldırmak şüphesiz ki iyi oldu.” Başar, bu karışık cevabı şöyle tavzih ediyor:
“Serbest Fırka’nın kurulması memlekette yeni bir hamleye, bir bünye inkılâbına ihtiyaç olduğunu ortaya koydu. Her taraftan yükselen şikâyetlerle, bünyemizdeki hastalığın arazı meydana çıkmış oldu. Bu bakımdan fırkayı kurmak iyi oldu. Fakat Serbest Fırka bu hastalığa çare bulamaz; bilakis hastayı ölüme götürür. Onun programıyla savunduğu fikirler, yani liberalizm, Türkiye’nin geri bir Şark memleketi olarak kalması, parçalanıp ortadan kalkması demekti. Serbest Fırka’nın programı bundan bir asır evvelki hayata aittir; o kadar geridir. Halbuki Halk Fırkası inkılapçı vasfını taşır. Böyle bir fırkanın karşısına ancak daha inkılâpçı fırka çıkabilir. Bizim yaptığımızı da beğenmeyerek daha ileri inkılâp isteyen bir Fırka! Bu itibarla ben de Serbest Fırka’nın kaldırılması ile iyi bir iş yapıldığına kaniim.” (A. Hamdi Başar’ın Hatıraları I, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007, s. 289.)
Bu ifadelerdeki ahlaksızlığı görebilmek için ne Serbest Fırka yanlısı ne de liberal olmak şart. Aslında Başar’ın liberalizm tahliline büyük ölçüde katılıyorum: Liberalizm makro düzlemde “güçlülerin ideolojisi”dir. Fakat bir oyunu kuralına uygun oynamayanların hiçbir değerleri yoktur ki millet için değer üretebilsinler. Liberalizmin o günkü şartlarda niçin ülkeye uygun olmadığını, sloganların ötesine giden bir inandırıcılıkla millete anlatmalı ve ondan ruhsat almalıydınız. Bunu yapmak yerine, rakibinizi tahkir edip, “bu partinin programı bundan bir asır evvelki hayata aittir, o kadar geridir” diye çamur atmanız, güç elinizdeyken çamura yatmak değil de nedir?
Türkiye, İran Olur mu?
28 Şubat müdahalesiyle Türkiye’de saatler “tâbi” başların açıldığı, fakat “serbest” fırkaların kapatıldığı günlere ayarlanmaya çalışıldı. Bu despotik tavrın simgesel hedefiyse başörtüsü oldu. Müdahaleyi o gün bugün savunanların en fazla sığındıkları gerekçe, Türkiye’nin İran olma tehlikesiydi. Özetle, eğer başörtülülere ses çıkarılmazsa, sayıları artacak ve (bu suretle iktidarı ele geçiren) başörtülüler, tıpkı İran’da olduğu gibi herkesin başını zorla kapattıracaklardı. Onlar bizim başımızı kapattıracağına, biz onların başını açalım! Bu süreçte anahtar rol oynayan Yükseköğretim Kurulu (YÖK)’nun son başkanlarından birinin “seçkin” bir hukuk profesörü olması anlamlıydı. Çünkü böylesine sakat bir mantığı kamuoyu önünde ancak deneyimli bir hukukçu haklılaştırabilirdi.
Gerek demokratik ilke ve teamüller bağlamında, gerek soyut insan hakları çerçevesinde böyle bir tavrın savunulması imkansızdır. Dolayısıyla, karşı tezlerle çürütülmesine de ihtiyaç yoktur. Zaten yasakçılar haklı olmadıklarını biliyor ve sorulduğunda sadece korkularını dile getiriyorlar. O halde bu korku zeminini biraz deşmekte yarar var.
İran’ın seküler aydınlarından biri sayabileceğimiz Ashraf Zahedi’nin birkaç ay önce yayımlanan bir makalesi, İran’da gerek Şah gerek Humeyni dönemlerinde örtü üzerinden neler yapılmak istendiğini ve bunun nasıl uygulandığını anlamamıza ışık tutabilir. (“Contested Meaning of the Veil and Political Ideologies of Iranian Regimes”, Journal of Middle East Women’s Studies, 3/3, Fall 2007) Kadın saçının “toplumsal bir mesaj ilettiğini ve belirli bir kimlik taşıdığını” belirten Zahedi, kadın saçında içkin bir cinsellik olmamakla beraber, geçmişte ve günümüzde çoğu toplumların kadın saçını cinselleştirdiklerine dikkat çekiyor.
Başörtüsünün uzun bir tarihi var ve İslamiyet örtüyü icat etmiş değil. Asur, Bizans ve Sasanî imparatorluklarında başörtüsü bir prestij ve statü simgesiydi. Yüksek toplum tabakalarına mensup kadınlar, sıradan insanların “kirli” bakışlarına maruz kalmamak için örtünüyorlardı. Bir sınıf veya zümre imtiyazıydı örtü: Asur yasaları köylü kadınların, köle ve fahişelerin başörtüsü takmalarını yasaklıyordu. Örtünün biçimi değişse de, temel amaç aynıydı: Kadın saçını erkek bakışından uzak tutmak. Yahudi ve Hıristiyan kadınları da başörtüsü takıyordu. Fakat bu gelenekte örtü statü ve prestijden ziyade, alçakgönüllülüğü simgeliyordu.
Zahedi’ye göre, İslam öncesi Arap topluluklarında başını örtmek yaygın değildi. İslamiyet’in miladî 7. asırdaki zuhuru sırasında, başörtüsü âdeti Greko-Romen, Yahudi, İran, Bizans ve Balkan kültürlerinde mevcuttu. Müslümanlar örtüyü fethettikleri toplumların kültürleriyle ilişki içinde benimsediler. Gerek Kur’ân’daki emirler, gerek ulemanın yorumları, İslamiyet’te de başörtüsünün alçakgönüllülükle bağlantılı olduğunu gösteriyor.
İranlılar başörtüsünün bir “gerilik” işareti olduğunu 19. yüzyılda keşfettiler. Avrupa’yı gezip dolaşan Fars aydınları, bu toplumun ileri gitmişliğini büyük ölçüde kadınların eğitimli ve sosyo-politik gelişmelere angaje olduğuna yordular. Bu eğitimli ve sorumlu kadınların hepsi de başı açık idiler. İran toplumunu çağdaşlaştırmaya çalışan bu ıslahatçı aydınların gözünde başörtüsü (genelde, kadın bedenini “hapseden” her türlü giyim) bir baskı, fanatiklik ve gerilik işareti oldu.
Atatürk ve Rıza Şah
Islahatçıların örtü veya kadın odaklı reform çabaları, Rıza Şah döneminde (1925-41) köktenci bir uygulamaya dönüştü. Atatürk’ten esinlenen Şah, uygulamada o kadar sert davrandı ki, askerler sokaktaki kadınların başını zorla açmaya başladılar. Örtünün kendileri için “saygınlık, korunma, erdem ve onur” anlamına geldiği çok sayıda kadın, “kendilerini örtüsüz adeta çıplak” hissettiklerinden, evlerinden bile çıkmaz oldular. Başta öğretmenler olmak üzere, başörtüsüz çalışmayı reddeden çok sayıda kadın işsiz kaldı. Böylece Rıza Şah, dipçik darbeleri altında İran kadınını modernleştirdi! Başörtüsüz kadın, modern İran’ın simgesiydi ve ilgili yasanın yıldönümleri tantana ile kutlanıyordu.
Humeyni devriminden sonraki gelişmeleri anlatmaya gerek var mı? İslam Devrimi’nin şiarlarından biri “otantik Müslüman kadın”ı ortaya çıkarmaktı. Otantik, Batılı olmayandı ve Şahlar ne yaptıysa tersini yapmak gerekiyordu. Şeklen tersi yapıldıysa da, yöntem olarak durum farklı değildi: Devrimciler, Batıcı ıslahatçıların yaptıklarını aynen tekrar ediyorlardı. Bu sefer örtüsüz kadınlar “kamusal alan”dan uzaklaştırılıp marjinalleştirildiler.
Rousseau çağımızda yaşasaydı, bütün bu devrimcileri aynı kaba koyar ve hepsini (gücün emrindeki) medyanın ilkesizleştirdiği bir sürü sayardı. “Hiçbir erdeme sahip olmadan bütün erdemlere sahipmiş gibi görünmek maharetine” sahip bir sürü. Ve onlara derdi ki: “Medyanın davranış ve eylemlerimizi henüz kalıplara sokmamış ve duygularımıza yapma bir anlatım vermemiş olduğu zamanlar âdetlerimiz kaba ama doğaldı. İnsanın yapısı o zaman daha iyi değildi; fakat insanlar birbirlerinin ruhunu kolayca anladıkları için endişesiz yaşayabiliyorlardı… Bugün kimse kendi değerlerini sayıp dökmüyor, ama başkasının değerini düşürmeye çalışıyor.”
Ertuğrul Özkök haklı: “Demek ki farklı gemilere binmiş, farklı denizlere açılmışız.” Onların bindiği gemi, ilkeleri olmayan ve başkalarının değerlerini düşürmeye çalışanların gemisi. Bu Ülke’nin “âdetleri kaba ama doğal” insanları ne o gemilere binecek ne de o denizlere açılacaklar. Troya onların, Çanakkale bizim olacak!