MARDİN’İN Mazıdağı ilçesine bağlı Kürtçe ismi “Zanqırt” olan Bilge köyünde, silahlı 8-10 kişilik bir grup, 4 Mayıs gecesinde, 6’sı çocuk, 16’sı kadın (3’ü hamile) ve 22’si erkek olmak üzere toplam 47 kişiyi uzun namlulu makineli tüfeklerle daha önce eşine rastlanmamış bir vahşetle katletti. Katliamdan sadece 4 kişinin yaralı olarak kurtulabilmesi, faillerin kastının geride tanık bırakmamak olduğunu gösteriyordu.
Katliamın zanlıları kısa süre sonra yakalandı ve zanlıların, maktullerle aynı soyadını taşıyan akrabaları oldukları anlaşıldı. Bu defa, ülkenin saygın gazetecileri(!), akademisyen ve aydınları “Bilge köyü katliamı”na derin sosyolojik analizler eşliğinde bilgece(!) yorumlar getirerek “töre”nin, “tutucu geleneksel aşiret yapısı”nın katliamın sorumlusu olduğunu ilan ettiler. Bu değerlendirmeleri, bölge halkını yani Kürtleri ilkellik ve vahşilikle suçlayan açıklamalar takip etti. Böylece başta medya olmak üzere Türk aydınlarının önemli bir kısmının ülke meselelerine dair hariçten gazel okumaya ne kadar meyilli olduğu, bir kısmının ise tezlerini ispat etmek uğruna, gerçekleri çarpıtmada gösterdikleri maharet bir kez daha görülmüş oldu.
Şayet katliamın zanlıları yakalanmasaydı “bölücü terör örgütünün gerçekleştirdiği menfur saldırı” kınanacak ve devletin en üst kademelerinde dillendirilen “Kürt meselesine çözüm için yakalanan tarihî fırsat”, terör örgütünün gerçekleştirdiği bu katliam nedeniyle bir başka bahara ertelenecekti. Yine bu varsayımda gazetelere “Törerizm”, “Töreristler”, “Kız Meselesi”, “Yasak İlişki” gibi manşetler atılmayacak, televizyonlarda aşiretler, töre ve namus olguları hakkında akla zarar yorumlar da yapılmayacaktı.
Katliamın hemen ertesinde Mazlum-Der Diyarbakır Şubesi’nin tanık, mağdur ve zanlı ifadeleriyle destekleyerek hazırladığı 9 Mayıs 2009 tarihli “Bilge Köyü Katliamı Araştırma ve İnceleme Raporu”nda mağdurlar ile zanlılar arasında yıllardır süregelen kan davası ve çeşitli rant anlaşmazlıkları dışında, katliamı anlaşılır kılabilecek somut bir nedenin tespit edilememesi de dikkat çekiciydi. Yine geçtiğimiz günlerde kamuoyu ile paylaşılan, Bilge köyü katliamı hakkında hazırlanan TBMM Araştırma Komisyonu Raporu’nda Jandarma’nın olay yerine geç intikal ettiği ve 156 aramalarını kaydeden cihazın, olaydan bir hafta önce bozulduğunun belirtilmesi de kafalardaki soru işaretlerini artırıyor.
Türkiye tarihinde bir benzerine rastlanmamış böyle bir katliamın, bilimsel analizinin güçlüğü, yaşanan katliamın ne töre ne kan davası ne de grup cinnetiyle açıklanamayışından kaynaklanıyor. Özellikle kan davası gerekçesiyle kadınlara silah doğrultulmadığı bilinen bir gerçek. Gerek katliamın gerçekleştiği köyde gerekse bölgenin başka yerlerinde, terör saldırıları haricinde, hiçbir ölümlü olayın, hem nitelik hem de nicelik anlamında bu katliamla kıyası mümkün değil.
Bu anlamda katliamın, 29 Ekim 2007’de, Şırnak’ın Beytüşşebap ilçesine bağlı Beşağaç (Hemkan) köyünde bir minibüsün taranması sonucu 12 korucunun öldürüldüğü, 2 kişinin de yaralandığı “terör saldırısı” ile, zanlıların yakalanması dışında, benzerliği dikkat çekicidir (İHD, Mazlum-Der, KESK, Şırnak Barosu tarafından hazırlanan 19 Ekim 2007 tarihli “Beşağaç Köyü Araştırma ve İnceleme Raporu”). Beşağaç köyü olayının faili meçhul kalarak kapanan soruşturma dosyası, geçtiğimiz Nisan ayında Diyarbakır Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından “ilgili dosyada faillerin tespit edilip yakalanmasına yönelik yeni bulguların elde edilmesi” üzerine derinleştirilerek yeniden açıldı.
Terör ve şiddetin hâlâ sürdürülmeye çalışıldığı bölgede, geleneksel aşiret yapıları ve toplumsal kontrol mekanizmaları hem bir dönemin devlet politikaları hem de silahlı Kürt milliyetçi hareketi tarafından tahrip edildi. Bunun yerine kırsal bölgelerde yerel iktidar olarak şu an sayıları 70 bini bulan silahlı koruculuk sistemi getirildi. Bölge genelinde ise, olağanüstü hal rejimi ile hukuk güvenliği ortadan kaldırıldı ve bölge, şu sıralar Ergenekon Davası sürecinde de sıkça anılan yasadışı oluşumların faaliyet alanına döndü. Yine bu süreçte, devletin şiddete dayalı politikaları ve PKK terörü ikileminde kalan bölge insanı, hem köyde hem kentte baskıya ve şiddete maruz kaldı; köyleri boşaltıldı, tarımsal faaliyetleri ve üretimi durduruldu. Buna karşılık, yasadışı rant alanları da olabildiğince genişledi. Sosyal ve iktisadi yapısı tarumar edilmiş böyle bir ortamda, şiddet olgusu da normalleşerek araçsallaştırıldı. Öyle ki, bir politik dile dönüşen şiddet, bölgede şiddeti araçsallaştıran hareketlerin, kendileri dışında yöntem olarak şiddeti seçmeyen hiçbir siyasi ve toplumsal harekete yaşam hakkı tanımaması ve tasfiye etmesi şeklinde etkisini gösterdi.
Nisan ayında yoğunlaşan terör olayları sonrasına, Kürt sorununun çözümüne yönelik irade beyanlarının hemen öncesine ve Murat Karayılan’ın benzer açıklamalarını içeren Hasan Cemal’le röportajının yayınlandığı güne denk gelen katliamın, bu konjonktürden bağımsız değerlendirilemeyeceği açık. Ancak olayın, yaşandığı bölgenin tarihsel ve sosyolojik koşulları ile son 30 yılda bölgede yaşananlar doğru okunmadan anlaşılamayacağını da belirtmekte fayda var. Bu doğrultuda, son günlerde gündeme gelen Kürt sorununa çözüm girişimlerinin, katliamdan ve gerçekleştiği zeminden önemli dersler çıkarması gerekiyor.
Gelinen nokta, öncelikle Kürt sorununun bir terör sorunundan ibaret olmadığını, terörü de besleyen şiddet ortamından beslendiğini bir kez daha teyit ediyor. Şiddet olgusu üzerinde düşünürken töreyi, geleneksel aşiret yapısını şiddetin sebebi olarak kabul eden yaygın ve sığ anlayışın da sorgulanması gerekiyor. Binlerce köyün yakıldığı, boşaltıldığı, milyonlarca insanın göç etti(rildi)ği, toplumsal dokusu bozulmuş bir coğrafyada hangi geleneksel yapılardan söz ediliyor? Böyle bir katliamın, toplumsal kontrol mekanizmalarını da bünyesinde barındıran geleneksel yapıların yok olmaya yüz tuttuğu bir zamanda yaşanmış olması karşısında bu yapıları sorumlu tutarak işin içinden çıkma kolaycılığından sıyrılmak gerekiyor.
Bilge köyü katliamı, şiddet ortamının ve resmî ya da fiilî kesintisiz olağanüstü hal rejiminin hazırladığı bir sonuçtur. Olayın manipülatif müdahaleler veya bölgenin iç dinamiklerinden kaynaklanan nedenlerle gerçekleşmiş olmasının da bu aşamada bir önemi yoktur. Çözüm, siyasi irade tarafından, başta koruculuk ve yasadışı oluşumlar olmak üzere, normalleşmeye engel olarak varlığını hâlâ etkin biçimde sürdüren tüm yapıların ve uygulamaların acilen tasfiye edilerek hukuk güvenliğinin bir an önce sağlanmasıdır. Kürt sorununun çözümü için başlatılan girişimler, hukuki mekanizmaların sağlıklı bir şekilde işleyebildiği, devletin şiddet ile değil hukuk ile somutlaştığı olağan bir rejimde kazanıma dönüştürülebilir. Aksi halde, sorunun çözümü için gündeme gelen her girişim, manipüle edilmekten kurtulamayacaktır.
Paylaş
Tavsiye Et