I.
OKULUN ilk günü. Uzaktan akrabam Selma ile aynı sınıftayız. Selma bütün gün, bütün hafta ağladı. O ağlamasın diye sürekli onu oyalamaya çalıştım. İlk bulduğum, anahtar çevirme oyunu idi. Çantamızı sıranın gözüne koyunca saplarında takılı anahtarlar sarkıyor, anahtarları hep aynı yöne büküp bırakınca fıldır fıldır dönüyordu.
Ben böyle oyunlar uydurup benden bir yaş büyük Selma’yı oyalamaya çalışırken öğretmenimiz yakalayıverdi. İsmiyle müsemma öğretmenimiz: Fatma Kızgın. Belki rahmetli olmuştur. Çünkü daha o tarihlerde elliyi devirmiş “tecrübeli” bir öğretmendi. Kulağımızı çekti. Ama ne çekiş… Okulun ilk günü ve kulağı çekilen iki kız öğrenci.
Maya kaba atılmıştı. Bütün okul hayatım boyunca kulağı çekilen bir kız öğrenci olarak kalacaktım. Orta birden orta ikiye geçtiğim yaz, babam kulağımın derisinden ayrılacak kadar yara olduğunu fark edip sebebini sorduğunda “Türkçe öğretmenimiz verdiğim cevapları beğenmediği için” diyecektim.
Öğretmenimiz bizim kulağımızı çekip tahtanın başına gitmiş ve bir şeyler yazmıştı. Okulun ilk günü… Kim okur bunu, diye sormuştu. Adının Suna olduğunu sonradan öğreneceğimiz uzun saçlı berrak tenli
-bundan sonra zenginlik benim için daima berrak bir ten demek olacaktı- kız “Hürriyet” dedi. Onun Hürriyet demesiyle birlikte her pazar günü bakkala gidip aldığım Tercüman gazetesinin harfleri gözümün önünde canlanıverdi.
Öğretmen yazdığı kelimeyi “Hürriyet” diye okuyan öğrencisine cebinde hazır ve nazır olarak beklettiği kırmızı kurdeleyi takarken, ben oturduğum yerden bağırdım: “Öğretmenim, Tercüman yazsa idiniz ben de okurdum.”
Hiçbir art niyetim yoktu. Çocukça bir saflık ile “ben de...” diye başlayan bir cümle kurmuştum işte. Öğretmen ikinci defa yanıma geldi. İkinci defa kulağımı çekti: “Parmak kaldırmadan konuşma.”
Maya kaba ikinci defa atılmıştı.
Okulun ilk günü -belki de ilk günü değildi ama yorgun bellek, zamanı kendisi için böyle bir “kes yapıştır”a maruz bırakmak istiyordu- Kamuran’ın “kimlik krizi” akşam evde beni hazır bekliyordu.
Beşyol’da oturuyorduk. Ermeni, Rum ve Kürt komşularımızla. Onların isimlerinden önce gelen bir sıfatları vardı. Onlar bir şeydi, ama biz Türk olarak değil Afyonlu filanlar olarak anılıyorduk.
Kuyunun başına kurulmuş olan ikindi çayı saatinde Kamuran hararetle konuşuyordu. Öksüz Kamuran’ın babası Almanya’da idi ve Kamuran halası ile kalıyordu. Bütün mahallelinin koruması altında, bütün oyunların galibi, bütün oyuncakların sahibi olarak. Elimdekini ona iade etmem gerekirdi. Oyuncağın benim olması hiçbir şey ifade etmezdi. Çünkü Kamuran isterken, şikayette bulunurken “ama onu bana iade etmedi” derdi. Ne anlama geldiğini ancak yıllar sonra öğrenebileceğim “iade” kelimesi, Kamuran’ın dünyasına erken girmişti. Çünkü halası onunla başa çıkamadığı zamanlarda “Seni babana iade ederim” derdi.
Gün boyu iki kere kulağı çekilmiş gamlı bir ilk gün öğrencisi olarak evin yolunu zor bulmuşken, Kamuran’ı şevkle bir şeyler anlatırken görünce şaşırmıştım. Kamuran bağıra bağıra anlatıyordu: Öğretmen sordu, “Türk müsün, Kürt müsün?” diye; “Kürt oğlu Kürdüm” dedim.
Büyükannem bana bakıyor ben ne cevap verdim diye. Soruyu hiç duymamıştım ki. Selma ağlamasın diye anahtar mı çeviriyordum?! Ne Türklükteydim ne Kürtlükte. Anlamadığım niye Kamuran “Kürt oğlu Kürdüm” diye cevap vermişti.
Ben Kamuran’ın cevabındaki oğul ve kız kelimelerine takılmıştım. Neden “Kürt kızı Kürdüm” dememişti de “Kürt oğlu Kürdüm” demişti. Kimliğimin ilk safhasının cinsiyet üzerinden yoğrulduğunu düşünecektim yıllar sonra. Hem de kızımın kendini “kız” olmak üzerinden idrak ettiği saatlerde. Henüz beş yaşındaki kızıma ödül olarak çokoprens vermeye kalkınca -ki ağabeyinin en sevdiği bisküvi idi- kızım ödülü reddetti: “Ben çokoprens yemem. Onu erkekler yesin. Ben çokoprenses yerim ancak.”
İlkokulun ilk günü bir tarafta Hürriyet kelimesinin Suna üzerinden temsil edilen seçkinciliği, diğer taraftan Kürt oğlu Kürt olduğunu ilan eden Kamuran. Yıllar boyunca adı Kamuran olmasaydı, mesela Ayşe olsaydı bu kadar rahat “Kürt oğlu Kürdüm” diyebilir miydi diye düşündüm. Öğretmen o soruyu sorarken sahiden ben ne yapıyordum? Bazı soruları sadece “bazı”ları mı duyar?
II.
Bazı insanların kaderinde “kimliksiz” kalmak vardır. Bazıları bile isteye bütün kimliklerinden azade olarak yaşamak ister. Çünkü kimlik bile bir yük değil midir?
Ben hangisi olarak yaşadım?
70’li yıllar sağ/sol çatışmalarının en gergin yaşandığı yıllardı. Ağabeyim okulun ülkücüsü olarak tanınıyor, ülkücü hocalarla arkadaşça bir ilişki yürütüyordu. Sık sık kardeşi konusunda öğüt dinlemek zorunda kalıyordu. Çünkü okuldaki solcu hocalar beni milliyetçi, milliyetçi hocalar solcu biliyordu.
O kadar ki benden iki yaş büyük olan ağabeyim ile içtiği su ayrı gitmeyen Din Kültürü ve Ahlak dersi hocası Mevlüt U. bana ceza olsun da aklım başıma gelsin diye ahlak dersini zayıf olarak vermişti.
Din dersi hocasını sevmiyordum. Derste burnunu karıştırıyor, durduk yere bazı çocukları dövüyor, düzgün bir şekilde iki cümleyi arka arkaya kuramıyordu. Bu adamın din dersi hocası olmasından utanıyordum. Evet utanıyordum.
Sen misin utanan? Utançların en büyüğünü armağan ediverdi Din Kültürü ve Ahlak hocamız. Koca okulda hatta ilçede ahlak dersi zayıf olan tek kız öğrenci idim.
Girdiği her sınıfta bu “özel” durumumu ilan etmiş olmalıydı ki diğer sınıflardan ziyaretçilerim oluyordu. Maymuna bakar gibi bakıp gidiyorlardı.
Sağcıların solcu, solcuların sağcı bildiği kimliğim ile okula sığamamaya başlamıştım. Her iki taraf da, müthiş bir kafası var ama bizden değil diyormuş. “Biz”den olmam için peş peşe tehditler yemeye başlayınca, aynı gün içinde hem ülkücülerin hem de solcuların “yüzündeki jilet izleriyle muhteşem görüneceksin” iltifatına mazhar olunca ve bu iltifatlar ille de her yazılı öncesi tekrarlanınca notlarım hızla düştü. Üstelik yaşadığım gerilim mideme vurmuş, daha o yaşta yemek borusu gastriti teşhisiyle tedavi altına alınmıştım.
Yazdığım bütün kompozisyonlarda fakirleri, kimsesizleri anlattığım için azılı solcu, daha o yaşta Osmanlı tarihine ilgim bir hayli fazla olduğu için “faşist” ilan edilmiştim.
O kadar yaralı ve o kadar yalnızdım ki, okulda tek bir arkadaşım yoktu. En iyi arkadaşımı bir şiir yüzünden kaybetmiştim. Defterindeki Annabel Lee şiirini ondan izinsiz kendi defterime geçirdim diye küsmüş, ben de intikamımı her teneffüs sesli sesli Annabel Lee şiirini okuyarak almıştım. Kimse benimle arkadaşlık etmiyor ama bütün sınıf Annabel Lee şiirini ezbere biliyordu.
Annabel Lee’nin şairi Poe’yu bilmiyordum. Onun tanınmış bir öykü yazarı olduğunu da bilmiyordum. Hayatımda henüz öykü yoktu. Çünkü biz hayatı ziyadesiyle gerilim hikayesi tadında yaşıyorduk.
Tüp kuyruğunda başına bir tüp yiyerek ölen komşularımız, tımarhanede kırk gün yattıktan sonra okula geri dönen “raporlu” öğretmenlerimiz vardı. Matematik dersini tarih dersi gibi anlatıyorduk sıra ile tahtaya kalkıp; hesap yapmıyor tarif ediyorduk.
Her 24 Kasım’da öğretmenlerimizi anlata anlata bitiremiyoruz. Peki ama o kadar iyi öğretmenler varken eğitim sistemimiz nasıl bu hale geldi? Yani tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan?
Yoksa tavuk da yumurta da zaten yok muydu?
Paylaş
Tavsiye Et