Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (October 2009) > Yüzleşiyorum > Cumhuriyet çocuklarına imparatorluk dersleri
Yüzleşiyorum
Cumhuriyet çocuklarına imparatorluk dersleri
Mustafa Özel
OSMAN Gazi Üniversitesi’nde Osmanlı İmparatorluğu üzerine konuşuyoruz. Küreselleşme çağında imparatorluk meselesini yeniden gündeme getirmenin anlamı var mı? Hem de nasıl! Amazon.com’a girmiş ve son dört yılda, içinde imparatorluk kelimesinin geçtiği eserleri istemiştim. İngiliz dilinde tam 1460 kitap yayımlanmış. EBSCO Academic Search Premier’e başvuruyorum: İçinde imparatorluk kelimesinin geçtiği 15.306 makale veriyor. CatchWord Journals veri tabanı ise başlığında imparatorluk kelimesinin geçtiği 442 makale gösteriyor. Listeyi uzatmaya gerek yok. Osmanlı, Roma veya Çin imparatorluklarını incelemek ve tartışmak bugün bir nostalji veya hamaset meselesi değil, birçok bakımdan bir hayat memat meselesidir.
Konjonktürel ihtiyaç şu: ABD adlı bir sosyo-politik sistem, kapitalizmin mantığını bir imparatorluk mantığına dönüştürme arayışındadır. Bu beklenen atılıma cevap olmak üzere bir Avrupa imparatorluğu oluşuyor. Çin, yeni bir Han veya Tang döneminin arayışı içinde. Ruslar Putin ile bir bakıma yeni çarlarını buldular. Yapısal ihtiyaç ise daha derin: Yaklaşık 5000 yıllık medenî tarihin onda dokuz buçuğunda ideal yönetim birimi imparatorluk olmuş. Ulus-devlet yapılaşması bu süreçte geçici bir sapmaya benziyor. Sanki yeni Amerikan, Avrupa ve Çin imparatorluklarının inşâsıyla sapma düzelmiş olacak!...
Her imparatorluk kapsayıcı bir dünya görüşüne dayanır. Daha doğrusu, geniş bir coğrafyada, çok sayıda kültürel geçmişe sahip milyonlarca insanın bir arada yaşatılabilmesi için, önce bir din veya sosyal felsefenin ortaya çıkması, değişik kavimler/ırklar arasında bir ortak akıl, bilinç ve vicdana dönüşmesi gerekir. Büyük sosyo-politik yapılar ancak ondan sonra kurulabilir. Sadece Nil, Fırat-Dicle veya İndüs vadisinin ‘kozmolojik’ imparatorlukları (medeniyetleri) değil; bunlardan iki/üç bin yıl sonra kurulan ‘ontolojik’ Han, Asoka, Sasanî, İskender ve Roma imparatorlukları da zuhurları için derin dünya görüşlerini beklediler.
Felsefe tarihçileri Hz. İsa’dan önceki 6’ncı yüzyıla ‘Eksen Çağ’ adını verirler. Eksen çağ ve sonrasında doğudan batıya Konfüçyüs, Buda, Zerdüşt, muhtelif İsrail peygamberleri ve Yunan filozofları öğretilerini vazettiler. Bu öğretiler bir iki yüzyıl tartışıldı, ağır bedeller ödendi; sonunda geniş bir coğrafyada ortak bilinç ve vicdana dönüştüler. Konfüçyüs’ün toplumsal ahlak ve yönetime dair ilkeleri yayılmamış olsa Han devleti, Buda’nın öğretileri yayılmasa Asoka imparatorluğu, Zerdüşt dini olmasa Sasanî devleti, filozoflar olmasa İskender ve Roma imparatorlukları serpilip gelişemezdi. Kılıçla ülkeler fethedilebilir, fakat yönetilemez. Attan inmek, insanlarla ‘konuşmak’ zorundasınız. Din ile felsefe, siyasetin iki ortak dilidir.
 
Geçmiş Bilinebilir mi?
İmparatorluk meselesinin hem konjonktürel, hem yapısal gerekçelerle sosyal bilimin ana gündemini oluşturuyor olması, kadîm metodolojik meseleleri bir yana attırmıyor; aksine güncelliyor. Bunların başında geçmişin nesnel bilgisine sahip olup olamayacağımız geliyor. Bazı tarihçi/toplum bilimcilere göre, bilgin kendi test tüpünün içinde olduğundan, nesnel (doğru, tarafsız) bilgiye ulaşması mümkün değildir. Tarihçi günün meseleleriyle yüz yüze olduğundan, geçmişi günün ihtiyaçlarına göre tanzim eder. Kemal Tahir romanlarında arada bir durup, “ben tarihte sizin geçmişinizi değil, geleceğinizi arıyorum” demiyor muydu? Bir Slav atasözüne göre, “geçmişi bilmek zor, geleceği bilmek kolaydır; çünkü geçmiş boyuna değişir!”
Scienza Nouva yazarı (Vico, 18’inci yüzyıl ilk yarısı) aksi kanaattedir: Mümkün olan tek bilim, tarihtir. İnsan sadece yarattığı şeyi bilebilir. İnsan düşüncesinin gerçekliği yaratıp biçimlendirebileceği tek alan TARİHtir. Tarihi insan yapar, dolayısıyla onun doğru bilgisine erişebilir. Tarih, bir bilim oluşturabilecek tek alandır. Tabiatı Tanrı yarattığı için, insanoğlu tabiatın gerçek bilgisine ulaşamaz!
Mukaddime yazarı, Vico’dan dört yüzyıl önce, yeni bir bilim geliştirdiğinin farkındadır. UMRAN adını verdiği bu (b)ilim, “insan toplumunu ve ona tabiatı gereği ârız olan halleri, bu hallerin zorunlu sonuçlarından ibaret olan tarihi ve tarihin hakikatini” konu edinmektedir. Umran ilminin amacı insanları taklitten kurtarıp, daha önce olmuş bitmiş olanla, daha sonra olacak olanın anlaşılması konusunda bir bakış açısı kazandırmaktır. Yazılan tarih, olup bitenin yerine geçen ikinci bir gerçeklik alanı oluşturur. Bu gerçeklik ya mevcudu meşrulaştırır, ya reddeder. Dolayısıyla bilimle siyaset sonuçta bir tek faaliyet olup çıkar.
İbn Haldun’un yazılı tarihin gerçekliğin yerini aldığına dair müthiş tesbiti bana şu olayı hatırlattı: Antropologlar Amazon bölgesinde çok karmaşık bir alanda araştırma gezisine çıkmışlardır. Önlerinde yarım yamalak İngilizce bilen bir yerli vardır. Yüksekçe bir ağaca işaret levhası çakarak, kaybolmaları durumunda buraya gelmeyi kararlaştırırlar. Birkaç saat sonra, mırıldanmalar başlar: Galiba kaybolduk. Yerli mırıltılara pek bir anlam veremez. Sıkıntının dozu artınca dayanamayıp sorar. ‘Galiba kaybolduk’ derler. Yerli elleriyle kendi bedenini ve beyazları yoklar, ‘Fesüphanallah!’ dercesine yola devam eder. Taş kafa anlamadı, derler. Üsteleyince, yerli parlar: Sizi de kendimi de yokladım, buradayız. Burada isek, nasıl kaybolmuş olabiliriz? İyi ama, işaret ağacı nerde? Yerli rahatlar: İşaret ağacı kayboldu desenize! Ulus-devlet (ve onun meşruluk beratı olan Medenileşme, Avrupalılaşma, Batılılaşma ve Modernleşme kavramları) ağaçlarımıza çakılan işaret levhalarıydı. Kayboldular. Buradayız diyebilmek için, taklitten kurtulup kendi tarihimizi yazmamız, ilm-i umranımızı geliştirmemiz gerekiyor.
 
Kapitalist Sanayileşmenin Marifetleri
Üniversiteli gençlere şunu söyledim: Ben sizin sıralarınızda iken, SSCB diye devasa bir yaratık vardı. Ekonomik bakımdan Çin’in dört misli (kişi başına gelirde 16 misli!), Güney Kore’nin yüz misli büyüklükte idi. Aradan ancak çeyrek yüzyıl geçti. Şimdi Çin, Rusya’nın beş misli (eski SSCB’nin dört misli), Güney Kore ise Rusya’nın bir buçuk misli ekonomik değer üretiyor. Bir sıfır ilavesiyle, 25 yerine 250 yıl geriye gittiğimizde çok daha ilginç gerçeklerle karşılaşıyoruz. Bugün Bangladeş denince aklımıza açlık ve sefalet geliyor. Oysa 18’inci yüzyıl ortalarında dünyanın en yüksek kaliteli üretim bölgesi Bengal Körfezi çevresindeki alandı. Angus Maddison’ın OECD tarafından yayımlanan The World Economy: Historical Statistics (Paris, 2003) başlıklı çalışması, 1820 yılında bile dünya hasılasının yarısının Hind ve Çin kaynaklı olduğunu gösteriyor; ABD’nin üretim gücü Hind’in henüz dokuzda biri kadardır. Yüz yıl sonra, 1913 yılında ise ABD, Çin ile Hind’in toplamından daha fazla ekonomik değer üretmektedir! Kapitalist sanayi devrimi bütün dengeleri alt üst etmiştir.
Coğrafî keşiflerin eşiğindeki 1500’e gittiğimizde, Çin ile Hind’in her biri dünya hasılasının dörtte birini, yani toplam olarak yarısını sunmaktadır. Bin yıl geriye gittiğimizde ise, hesaplanabilir dünya hasılasının %33’ü Hind’de, %26’sı Çin’de üretilmektedir. 1950 yılı, Batı dışı dünya için uçurumun dibini, 2000 başları ise yukarı doğru yükselişin eşiğini gösteriyor. 1950’de ABD’nin payı %27’yi geçerken, Çin ile Hind’in her biri %4 dolaylarına gerilemiştir. 2001 verileri ise ABD payının %21’e gerilediğini, 15 üyeli AB’nin %20’lik paya ulaştığını, Çin’in %12, Japonya’nın %7, Hindistan’ın ise %5’lik payları geride bıraktığını gösteriyor. SSCB’nin payı 50 yılda %10’dan %4’ün altına inmiştir.
Görüldüğü üzere, iktisadî canlılık belirli bir coğrafyada sabit kalmıyor. Talih kuşu, toplumdan topluma uçup duruyor. Bin yılı özetlersek, önce Çin yükseliyor, ardından Hind. Sonra Akdeniz dünyasının çiçeklenmesine tanık oluyoruz. 16’ncı yüzyıldan itibaren üstünlük Kuzey ve Batı Avrupa’ya geçiyor, Atlantik dünyasının yükselişini seyrediyoruz. 20’nci yüzyılda merkez Pasifik’e kayıyor. Yüzyılın son çeyreğinde ise Pasifik’in batı tarafına, yani yine Çin’e. Düşmez kalkmaz bir Allah!
 
Kapitalizmin Dünya Görüşü Ne?
İlhan adlı bir öğrenci şunu sordu: “Çin’in yükseldiğini söylüyorsunuz, ama okuduğumuz kadarıyla orada akıl almaz bir emek istismarı var. Küçücük çocuklar bile uzun saatler çalıştırılıyor. Böyle bir yükselişin insanlığa ne yararı var?” Marx ile Engels’in kitaplarını, Balzac’ın romanlarını öneriyorum. 19’uncu yüzyıl Avrupa’sı tam da İlhan’ın tasvir ettiği gibiydi. Kapitalist sistemi topyekûn bir medeniyet/imparatorluk olarak algılarsak, aslında onun ortaya çıkması için de yukarıda ‘ontolojik’ imparatorluklar bağlamında söylediğime benzer bir dünya görüşünün daha önce ‘üretilmiş’ olması gerekiyordu. 18’inci yüzyılda gerçekleşti bu. Mandeville kapitalizmin Konfüçyüs’üdür, Smith Zerdüşt’ü, Bentham Aristo’su.
Biraz açalım. 18’inci yüzyıla kadar, dünyanın her yerinde olduğu gibi Avrupa’da da toplumsal ‘ilerleme’ ile erdem arasında pozitif ilişki kuruluyordu. Bu yüzyılın düşünürleri toplumsal başarının insanın meziyetlerinin değil, bencillik ve açgözlülük gibi kusurlarının neticesi olduğunu keşfettiler! Bu dönem öncesi Avrupalının duyarlılığı ticarî bir dünyada gelişmiş değildi. Kutsal Kitap, “Hiçbir insan iki efendiye birden hizmet edemez; ya Tanrı’ya ya da Mammon’a kul olabilirsiniz” diyordu. (St. Matthew, vi. 24. Mammon: Hırs ve servet tanrısı.) Modernlerin muhayyel dünyası çok farklı bir dünya oldu, bireysel kararların hesaplanmasına başvurulan bir dünya. Birey, gayri şahsîleştirilmiş bir bütünün içine alındı. Kararlarının ahlakî niteliği bireyden gizlendi; daha da önemlisi verilen kararlar sonuçlarından ayırıldı. Fiil ile sorumluluk arasındaki kritik bağ koparıldı. Bu durumu eleştirenlere verilen cevapların bir tek ortak paydası vardı: Ekonomik verimlilik. Yeni düzen insanlara karşı daha acımasız, daha yalnızlaştırıcı, toplumsal normları bozucu idi. Ama daha çok üretiyor, daha çok kazandırıyordu. Bu durum, bütün toplumsal değerlerin yeniden ve farklı bir kıstasla tanımlanmasına yol açtı.
Mandeville’in Arılar Meseli erdem ile ekonomi arasındaki çatışmayı ikincinin lehine hicvediyordu. Günün birinde erdeme yenik düşen (!) arılar, ayık bir hayat sürmeye başlar, kibri terk eder, sade, mütevazı bir tavra bürünürler. Toplum için bir felaket olur bu. Önceki hayatlarında,
 
Şerrin kaynağı olan Açgözlülük,
O lânetli, zehirli Kötülük,
Kölesiydi Müsrifliğin,
O soylu Günahın.
Lüks’e gelince
Milyonlarca yoksula hükmediyordu,
Menfur kibr ise diğer bir Milyona
 
Erdemli olmaya yöneldiklerinde işler sarpa sarmaya başlar. Erdemli değil, faydacı insan! Kapitalist Avrupa’nın aradığı buydu. Ahlak hocası Adam Smith, Mandeville’in yaklaşımını tam benimsiyor olmasa da, ahlakı ekonomi politikten dışladı. İnsanlar elbette ahlaklı olmalıydı, fakat bunun ekonomik ve siyasi düzenin kurulumuyla alakası yoktu; ahlak konu dışıydı.
Sonuç? Bütün toplum sistemlerinde kapitalistler vardı, fakat toplumsal/ahlakî kısıtlara tâbi idiler. 18’inci yüzyıl düşünceleri topluma yayıldıkça, bu kısıtlar kalktı ve bireylerin sıfatı olan ’kapitalist’, sistemin sıfatı haline geldi. Hem modern (kapitalist) ilerlemeye iman etmek, hem de onun yol açtığı istismar ve kötülüklerden şikâyet etmek anlamsızdır.
 
Sosyalizm, Kapitalizmin Alternatifi Değildi!
Sistem karşıtı bir toplum projesi olarak sosyalizm, 19’uncu yüzyıl Batı aydınının vicdan azabının ifadesidir. Ancak, 18’inci yüzyıl‚ aydınlanma’sının parametreleri dahilinde geliştirilmiştir. Hesapçı aklı yücelten bu düşünürler için, tarih kötüdür! Yeni, (daha) iyidir. Altın Çağ geçmişte değil, gelecektedir. Onu akılla ve sadece akılla kurabiliriz!
Kurgucu aklın marifetleri 20’nci yüzyılda Rusya ve Çin’de 100 milyondan fazla cana mal oldu. Sosyalizm, kapitalist sömürüye rahmet okutan bir cinayet ve istismar düzeninin sıfatı oldu. Tarihte emsali olan bir toplum düzeni olarak değil (çünkü tarih kötüydü!), sadece anti-kapitalizm olarak kurgulandı. Oysa insanlığın binlerce yıllık yönetim tecrübesine biraz saygı gösterilse ve akıl ve hayal bu tecrübeye ilave edilmiş olsaydı, ‘mümkün’ yönetim biçimleri geliştirilebilirdi.
Geçmişin uzun ömürlü toplum sistemleri temelde ahlak-yönlüydüler ve bu ahlakın kaynağı din idi. Dinden ahlak nasıl çıkıyorsa, ahlaktan da bir hukuk çıkarılıyordu. Siyaset bu hukuka dayalıydı; ekonomi ise siyasetin bir parçasıydı. Kapitalist/sosyalist etiketli modern projeler ise temelde ekonomi-yönlüydüler. Siyaset, ekonominin gereklerini yerine getirmek için örgütlenmek demekti. Hukuk, siyaseti meşrulaştıran bir araçtı. Ahlak, hukuk tarafından tanımlanıyordu. Din ise toplumsal alandan kovulmuş, bireylerin vicdanına hapsedilmişti. Ciddi bir alternatif, ancak bu marazî bakış açısıyla hesaplaşmak suretiyle geliştirilebilir.
 
Osmanlılardan alınacak dersler
Cumhuriyet aydınları imparatorluk dönemini kötülerken, kendileri için üretilmiş ve ambalajlanarak hizmetlerine sunulmuş ‘Oryantalist’ fikirleri papağan gibi tekrarlamaktan başka birşey yapmıyorlardı. Osmanlı yönetimi, tıpkı İran, Hind ve Çin yönetimleri gibi, despotikti. Sultanların astığı astık, kestiği kestikti. “Doğu”da bireysel hak ve özgürlükler yoktu. Oysa günümüz tarihçilerinin yaptığı hesaplar Osmanlıdan Çin’e bütün ‘erken modern dönem’ boyunca (1500-1800) halktan toplanan vergi oranının yüzde 10’u aşmadığını; bunun Avrupa krallıklarındaki etkin vergilemenin çok altında olduğunu; bugünkü oranların ise beşte birine bile ulaşmadığını gösteriyor.
Despot bir hükümdarın yapmayı arzu edeceği en önemli şey vergi toplamak olduğuna göre, bu çelişkiyi nasıl açıklayacağız? İnalcık’a göre Osmanlı (ve Bizans) devleti bir fukara imparatorluğuydu. Yönetim girişimcilerin değil, tebanın çıkarlarına odaklanmıştır. Avrupa’da ise monarkların çıkarları ile kapitalist girişimcilerin çıkarları bir tür füzyon yaşamaktaydı. Kapitalizmi ortaya çıkaran, devlet ile sermaye arasındaki bu (halk aleyhtarı) füzyondu.
Osmanlı sisteminde tebanın Sultanın kulu olduğuna dair yaygın görüş de düzeltilmelidir. Teba Sultanın değil, Allah’ın kuludur. Sultan kendi (kapı)kullarını politik mekanizma içinde yükseltip düşürebilir; hatta başarısızlık durumunda punduna getirip canına bile kıyabilir. Allah’ın kullarının ise kılına dokunamazdı. Fatih veya Kanuni, hiçbir Osmanlı sultanı, Üsküdarlı berber Osman Efendi’nin yahut Heybeliadalı balıkçı Kifidis’in başından bir tel saç alacak kudrette değildi! Böyle bir girişim bütün sistemin meşruluğunu berhava eder, tebayı yönetilemez hale getirirdi.
Osman Gazi Üniversitesi’ne girerken sizi devlet kurucu gazinin at üzerindeki heykeli karşılıyor. Kara Osman ve yiğitleri Söğüt çevresinde dolanırken, Anadolu’da onlardan çok daha güçlü beylikler vardı. Bir iki nesil sonra hiçbiri ortada kalmadı; Osmanoğulları ise, Timur’dan aldıkları büyük darbeye rağmen, dağılmayıp yollarına devam ettiler. Fetretten bir nesil sonra İstanbul’u fethedip, devletlerinin sınırlarını Avrupa ortalarına kadar genişlettiler. Peki, Osman’ın Karaman, Menteşe, Saruhan veya Germiyan beyinden farkı neydi? Bu soruya verilecek cevap, imparatorlukların anlam ve değerini tartışmanın bugün niçin bizim için bir ölüm kalım meselesi olduğunu da aydınlatacaktır.
Diğer beylerin çoğu için, güç tek boyutluydu: At, asker ve kılıç demekti. Kaç tane silahlı askeriniz varsa, o kadar güçlü idiniz. Osman ve yoldaşları için güç en az üç boyutluydu: Kalem, terazi ve kılıç. Bilgiye dayanmayan güç meşru değildi. Ekonomiyi gözetmeyen güç ise etkin olamazdı. Kara Osman, hem Şeyh Edebali ve Dursun Fakı gibi ilim ehliyle, hem de (kısmen onlar vasıtasıyla) ahi yani esnaf birlikleriyle yakın temas içindeydi. Osmanlıları Anadolu beyliklerine üstün kılan güçlü bilekleri değil, akl-ı selimleriydi.
Kıssadan hisse: Ne 200 yıllık bir geçmişi olan nevzuhur Amerikan eliti, ne de erdem bilincini yitirmiş yaşlı Avrupa eliti yeni bir imparatorluğa, mümkün bir dünya hükümetine öncülük edebilir. Toynbee kırk yıl önce, umut “Çinliler”de diyordu. Birilerinin “Türkler”i anması için, önce onların kendilerini hatırlaması lâzım.

Paylaş Tavsiye Et