Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (December 2009) > Yüzleşiyorum > Kürt meselesine Türkçe çözüm
Yüzleşiyorum
Kürt meselesine Türkçe çözüm
Mustafa Özel
BAŞBAKANLIK İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar” raporu durgun iç siyaseti canlandırdı. Kurul üyeleri vatan ihaneti ile suçlandı; hükümet Kurul’a böyle bir görev verilmediğini açıkladı. Cumhuriyet Bayramı mesajlarında, gerek Cumhurbaşkanı Sezer, gerek Genel Kurmay Başkanı Özkök azınlık tartışmasının kasıtlı olduğunu, Türk Ulusu’nun gerekli “üst kimliği“ oluşturduğunu belirttiler. Kurul üyelerinden Prof. Baskın Oran’ın ifadesine göre, aslında söz konusu rapor 2003 Haziranı’ndan beri hazırmış; fakat Kurul içinde “dernek değil, devlet gibi hareket eden” bir takım üye derneklerin engellemesi yüzünden bugüne kalmış. Neşe Düzel’in (Radikal, 25 Ekim 2004) “Hukuken azınlık kim Türkiye’de?” sorusuna şöyle cevap veriyor Baskın Oran: “Türkiye’de Müslüman olmayan herkes. Lozan ‘gayrimüslimler’ der. Süryaniler, Keldaniler, Asuriler de buna dahil olduğu halde, onlara Lozan’daki haklar tanınmıyor.”
Temel meselenin sayıları birkaç bini bulmayan Süryani, Asuri veya Keldaniler olmadığı açık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kendilerine karşı ne yapacağını bir türlü bilemediği iki geniş topluluk, Aleviler ile Kürtlerdir. Osmanlı yönetimi Alevileri ‘takibat’ altında tutmuş, Kürtleri ise ‘muhtar’ kılıp iç işlerine fazla karışmayarak kendisine bağlamıştı. Alevi Türkmenler genelde Safevî siyasetini benimseyegeldiklerinden (Pir Sultan Abdal boşuna “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” demiyordu!), Osmanlılar tarafından sürekli gözetim altında tutuldular. Kürtler ise, Yavuz Selim devrinden beri, Şii Safevileri değil, Sünni Osmanlıları tercih ettiler. Taraftarlık kavim esasına göre değil, mezhep esasına göre biçimlendi.
Cumhuriyetin uluslararası hukuk temeli Lozan’da atıldı. Başbakanlık Danışma Kurulu raporunun ilk elde Lozan’ı gündeme getirmesi kaçınılmazdı. Televizyonlarımızdaki bitmek bilmez tartışmaların mihverine böylece Lozan oturuverdi.
Lozan, bir redd-i miras antlaşmasıydı. Altı yüz yıllık bir dünya devletinin mirası, altı ay içinde tasfiye edildi. Kemal Tahir’in veciz ifadesiyle, altı ayda bir mahalle bakkalının mirası bile tasfiye edilemezken, Osmanlı mirası karara bağlandı. Daha doğrusu reddedildi. Yol Ayrımı’nın final bölümünden takip edelim:
“Bir dünya imparatorluğu yüz yıllar boyu, yüzlerce nesillerin birleşik gayretiyle, kanları, canları, malları pahasına doğmuş, kökleşmiş, gelişmiş, yaşatılmıştır. Tarihin bir döneminde, herhangi bir nesil, tek başına bu tasfiyeye karar verebilir mi? Veririm derse, bu kararın meşruluğu hangi vesikalarla ispatlanı?. 1908’in İttihatçıları imparatorluğu yıktılar; 1923’ün Kuva-yı Milliyecileri bir dünya imparatorluğunun miras hesaplarını tasfiyeye oturdular. Karşımızda 22 devlet. Tasfiye beş buçuk ayda tamamlandı. Mahzenler dolusu arşivleri düşünün. Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırka yardılar mı? Hayır! Çünkü, İstanbul Hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı müzakerelere. Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harrington’ın teşekkürünü hatırlarım. Dört milyon küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yedi yüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde. Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik.”
Cumhuriyetçiler niçin acele ediyordular? Çünkü iç destekleri yoktu; dışarıdan destek bulmaya mahkumdular. İç destekten niçin yoksundular? Çünkü zaferlerinin temeli zayıftı. “Çünkü, Anadolu-Yunan Savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Millî Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu-Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Böyle bir savaşı kazanmak, bin yıllık tarihin biriktirdiği hesabı kapatmaya yetmez ki, iktidarı gerçek iktidar olsun. Bu savaşa İstiklal Savaşı da, hâşâ, denemez! Çünkü biz hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik. Siz Cumhuriyet çocukları, ‘gözümüzü zaferde açtık’ avuntusundasınız!”
Kemal Tahir’in ihsas ettirmeye çalıştığı gerçeği yorumlamaya çalışalım: Modern dünyada bireyler gibi, devletlerin de pasaportları vardır. Devletlerarası Sistem’in efendilerinden onay almadan hiçbir örgütün devletliği geçerli değildir (KKTC’nin 30 yıllık akıbetini düşünün!) Cumhuriyetçiler, Lozan’da redd-i miras ederek bu onayı almış oldular. “Türkler” bundan böyle Sistem’e sorun çıkarmayacak, dünya siyasetinde “İslam” kartını oynamayacak, bunun karşılığında ulus-devletliklerine rıza gösterilecekti. Hilafetin ilgası, Arap harflerinin terki ve benzeri “devrimler” bir iç aydınlanmadan çok, incelikli bir dış zorlamanın eseriydi.
 
Kürt Değil, Türk Meselesi!
Alevilik meselesini ayrı bir değerlendirmenin konusu yaparsak, gündemdeki “azınlık“ tartışması asıl Kürt bahsinde düğümlenmekte ve köklü olmayan hiçbir çözümü kabul etmemektedir. Bunun birkaç sebebi var. Evvela, Türkiye sınırlarını da aşan coğrafî bütünlük ve demografik yoğunluk. Kürtler, Türkiye’nin yanı sıra İran, Irak ve Suriye’de de yaşamakta ve aralarından sadece tel örgüler geçmektedir. Tel örgülere ve mayın tarlalarına rağmen birbirleriyle alışveriş etmekte, kız alıp vermekte ve yer yer eski kabile dayanışmalarını bile sürdürmektedirler. İkincisi; Türk, Fars veya Arap ulusçuluğu bir Kürt ulusçuluğunu haklılaştırmakta, amiyâne deyişle, “bizim başımız kel mi?” dedirtmektedir. Üçüncüsü, bölge üzerinde çıkar hesabı olan güçler (ABD, AB, Rusya, İsrail…) Kürtleri arkalar gözükmekte, onları bölge güçlerine karşı her an kullanılabilir bir malzeme olarak tutmaktadırlar.
Açıktır ki, Türk, Fars veya Arap toplumları ya Kürt meselesini Kürtlerle beraber kendi aralarında çözecek, yahut dış çözümlere davetiye çıkaracaklardır. Türkiye Cumhuriyeti bu hususta öncülük ederse, tıpkı Osmanlılar gibi, yüzlerce yıl sürecek bir uzun barışın başlatıcısı olabilir.
İlkokul birinci sınıftaydık. Ağrı’da, vali konağına bitişik Atatürk İlkokulu. (Ne çok Atatürk okulu, caddesi, çarşısı var Anadolu’da!) Öğretmenimiz, ‘Acem’ İdris Aras. Hepimiz “Türk”tük ama, Ağrı’da yine de Türkler (şehrin az sayıdaki yerlileri), Acemler (Kafkas kökenliler) ve Kürtler vardı. Annemin halası Kürtçe bilmezdi; babamın lakabı Kürt Kâmil’di. Sınıfın en çalışkanıydım. İdris Bey bir gün tahtaya kaldırdı ve “Söyle bakalım biz Türk müyüz, Kürt müyüz?” diye sordu. Sık sık tahtaya kalktığım için soruyu yadırgamadım bile. Bütün derdim, soruya doğru (gerçekliğe tekabül edebilecek) bir cevap vermekti. Öğretmeni kızdıran cevabım şu oldu: “Evde Kürdüz, okulda Türküz öğretmenim!” Evimizde bu tür konular hiç konuşulmazdı. Babam son derece dindardı ve birkaç “Kürtçü” akrabaya “komünist” oldukları gerekçesiyle selam bile vermezdi. İdris Bey, beni yerime oturttuktan sonra, hepimizin kökünün Orta Asya olduğunu, Erzurum Üniversitesi’nden gelen bir profesörün geçen gün Halk Evi’nde bunu ispatladığını uzun uzadıya anlatarak bütün sınıfı ikna etti. Beni bir daha tahtaya kaldırdı mı, hatırlamıyorum.
Bugünden geriye doğru düşündükçe, anlıyorum ki “Kürt” meselesi öncelikle bir “Türk” meselesidir. Bu mesele de “İngiliz” ve bilhassa “Fransız” meselelerinin türevidir. Albion ve Galya’da son birkaç asırda olup bitenler, Osmanlı devletinin gündemine sırasıyla Sırp, Yunan ve Bulgar meselelerini getirmişti. 19’uncu yüzyıla kadar Türk kelimesi bazen yiğit, çoğu zaman köylü, kaba saba adam anlamlarını taşırken; yukarıdaki meselelere paralel biçimde bir siyasî kurtuluş projesinin anahtar kavramı oluverdi. Yahut, Osmanlı sisteminden geriye kalan “mülk”ün kısa vadede elde tutulabilmesini sağladı.
Ancak, bütün kısa vadeli çözümler, uzun vadeli problemlerin kaynağıdır. Siyaset bilimi Avrupa-merkezci olmaktan kurtulup farklı medeniyetlerin varlığını kabul ettikçe, tıkanan birçok sorunumuzun çözümü için umutlanabiliriz. Bir medeniyet camiasının sorunları, farklı bir medeniyetin kavram örgüsüyle anlaşılamaz. Anlaşılamadığı için de kalıcı biçimde çözülemez. Çanakkale ve Milli Mücadele ile Anadolu toprağının sömürgeleştirilmesini önledik. Fakat büyük problem toprağın değil, siyasî tahayyülün sömürgeleştirilmesidir. Bunu önleyemediğimiz gibi, tahayyülümüzün ve siyasî gramerimizin ne ölçüde sömürgeleştirildiğini kavrayamaz, hissedemez hale geldik.
Hind örneğinden hareket eden Partha Chatterjee, anti-kolonyal ulusçuluğun, emperyal güç ile siyasî muharebeye girmeden önce kendi egemenlik alanını oluşturduğunu söyler. Bunu, sosyal kurum ve uygulamalar dünyasını ikiye ayırarak yapar: Maddî dünya, manevî dünya. Birincisi ‘dışarı’nın dünyasıdır, ekonomi ve devlet yönetiminin, bilim ve teknolojinin dünyası. Bu alanda Batı, üstünlüğünü kanıtlamıştır; Doğu’ya da bunu kabullenmek, gereğince incelemek ve tekrarlamak düşer. Diğeri ise ‘içeri’nin dünyasıdır; kültürel kimliğin ‘aslî’ işaretlerini taşıyan dünya. Maddî alanda Batı’nın maharetini taklitte ne kadar başarılı olursak, kendi manevî kültürümüzün farklılığını muhafaza ihtiyacımız o kadar artar. Bunu başardığımız ölçüde, sömürge devleti millî kültür alanımızın ‘iç’ine almamış, onu dışarıda tutmuş oluruz. Bu, kendi maneviyat alanımızın değişmeden kaldığı anlamına gelmez. Modern fakat Batılı olmayan bir millî kültür alanı oluştururuz.
Türkiye hiçbir zaman Hindistan gibi bir sömürge olmadı. Fakat yönetici elitin tahayyülü sömürgeleştirildi ve Lozan ile kayıt altına alındı. Ulus, ırk, etnisite gibi kelimeler siyasî gramerimizin yabancısıydı. Onların yerine millet, kavim gibi köklü kelimelerimiz vardı. 1920’de kurulan League of Nations’a, “Cemiyet-i Akvam“ demeyi uygun gördük. Nation, olsa olsa kavim olabilirdi. 1945’te kurulan United Nations’a ise “Birleşmiş Milletler” dedik. Nation, terakki edip millet oluverdi. Alman, Fransız, Rus kavimleri artık birer millet olduklarına göre, Türk de kavim değil, milletti artık. Peki Kürtler ve diğerleri? Onlara kavim veya halk diyebilirdik. Türk milletinin mecburi parçaları, dağ veya deniz Türk’ü idiler. (Türk’ün kavimden millete inkılabına dair bu siyasî operasyonun neredeyse yüzyıllık bir fikrî hazırlığı olduğunu geçerken kaydedelim.)
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Türk, Kürt veya Lazların siyasî tahayyülü hâlâ geçmişi yansıtıyordu: Müslüman bir ‘millet’in unsurları idiler ve aralarından bir ‘kavm’in (Türklerin) meşru öncülüğünde yeni bir devlet kuruyordular. Meşruiyetin kaynağı, bizzat tarihî tecrübeydi. Kürtler ve diğer bölge kavimleri bin yıla yakın bir zamandan beri bu coğrafyada belirli Türk boylarının öncülüğünde Batıya Açılışı (Drang nach Westen) yaşamıştılar. İmparatorluğun enkazı üzerinde kuruluyor olsa da, yeni devlet daha öncekilerden temelde farksızdı.
Yeni devletin dili gayet tabii olarak Türkçe idi ve Meclisinde Kürdistan mebusları, Lazistan mebusları yer alıyordu. 1924 Anayasası’nda “Devletin resmî dili Türkçedir!” deniyor, böylece başka dillerin de varlığı kabul ediliyordu. Fakat siyasî tahayyülümüz sömürgeleştikçe, bin yıllık kader yolculuğuna gölge düştü. Yukarıdaki ibareden “resmî” kelimesi kaldırıldı; böylece Türkçeden başka dillerin varlığını ileri sürmek bile anayasal suç oldu!
 
Türkiye, Türklere Dar Geliyor!
Ulus-devletlerin Batı’daki tarihini burada ele alabilecek durumda değiliz. Fakat şu iki tespit önümüzü aydınlatabilir.
1. Hegemonik ulus-devletlerin hiçbiri gerçek bir ulus-devlet değildir. Ne 17’nci yüzyılda Hollanda (Birleşik Eyaletler), ne 19’uncu yüzyılda İngiltere (Birleşik Krallık), ne de 20’nci yüzyılda Amerika (Birleşik Devletler) model bir ulus-devlettir. Hollanda büyükçe bir şehir-devlet, İngiltere bir sömürge imparatorluğu, ABD ise küresel bir devlettir. Ulus-devlet tanımına en yakın olan Fransa, Almanya ve İtalya, bu işin ulus-devletlikle olamayacağını anladıklarından, elli yıldır bir kıta-devlet oluşturmaya çalışıyorlar.
2. “Bu iş,” kapitalist sistemde hegemonik konuma geçmek, sistemin işleyiş kurallarını belirleme gücüne erişmek ve böylece sistemin işleyişinden maksimum yararı sağlamaktır. İdeolojisi de dahil olmak üzere ulus-devletlik amaç değil, bu uğurda bir araçtır. Nitekim ulus-devlet sıfatıyla 20’nci yüzyılda iki büyük boğazlaşma yaşayan Avrupa kavimleri, şimdi bu illetten kurtulmanın yollarını arıyorlar.
Hâl bu iken, Türkiye dahil Batı-dışı toplumlardan herhangi birinin ulus-devletliği nihaî amaç edinmesi akla ziyandır. Devlet, milletin tarih içindeki varoluş mümessilidir. Batı tahayyülünün eseri olan ve orada ancak kısmen uygulanıp şimdi terk edilmek üzere olan bir siyasî formata mahkum olmak, varoluş imkanlarını yok etmektir.
Açık konuşmak gerekirse, Türkiye Müslüman-Türkler için çok dar, Müslümanlığı bir yük olarak gören Türkler içinse çok geniş olmuştur. Müslüman-Türk için kardeş veya yurttaşlarının Türkçe mi, Kürtçe mi, Arapça veya Rumca mı konuştuğu hiç önemli değildir. Elbette devletin resmî bir dile ihtiyacı vardır ve bu Türkçedir. Bunun ötesindeki dayatmalar, hepimizin günün birinde İngilizce konuşmak zorunda kalmasıyla sonuçlanabilir.
Chatterjee’nin ifadesini kullanırsak, Anadolu insanı maddî alanda Batı’nın maharetini taklitte ne kadar başarılı olduysa, kendi manevî kültürünün farklılığını muhafazada o ölçüde titiz davrandı. Bunu başardığı ölçüde, Batıcı devleti kendi kültür alanının ‘iç’ine almadı, onu dışarıda tuttu. Bu, milletin kendi maneviyat alanının hiç değişmeden kaldığı anlamına gelmez. Modern fakat Batılı olmayan bir millî kültür alanı oluştu.
Bugün resmî tören ve “resepsiyon”lara eşi başörtülü başbakan ve bakanlar bile hâlâ çağrılmadığı halde, bu “modern fakat Batılı olmayan” kültürün içinde yaşıyoruz. “Türk” kavramının ezeli bir gerçekliği değil, belirli bir amaca yönelik modern bir icadı yansıttığını ve bugün dışlayıcı olmaması ölçüsünde o amaca hizmet edebileceğini kavramamız gerekiyor. “Bu Ülke”nin bölünmesine dil ve kültür çeşitliliği değil, meşruiyetsizlik yol açar. Kaba güç, tarihte hiçbir sosyo-kültürel varlığı ayakta tutamamıştır. Müslüman bir coğrafyada ulus-devletlik, acımasızlığın şahikasıdır. Üç ay öncesine kadar, Türkiye sınırına 150 km yakınlıkta Tel Afer diye bir şehir olduğunu, orada 150 bin “Iraklı” Türk yaşadığını bilen kaç “Türkiyeli” Türk vardı? Süleymaniye ile Diyarbakır’ın, Kerkük ile Erzurum’un kaderi bir ve aynıdır. Ya beraber var olacak, ya zihinleri sömürgeleşmiş aydın ve yöneticileriyle beraber emperyal merkezlerin hizmetkârı olacaklardır.

Paylaş Tavsiye Et