Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (January 2004) > Dosya > Terör sorununa teorik bir bakış
Dosya
Terör sorununa teorik bir bakış
Hasan Kösebalaban
Rasyonel Tercih Teorisi Terörü Nasıl Yorumluyor?
Sosyal bilimlerde önemli bir ağırlığı bulunan rasyonel tercih teorisi en temelde sosyal sistemdeki her aktörün kararını rasyonel bir karar alma süreci içinde verdiğini iddia ediyor. Rasyonel karar alma süreci şu aşamalardan oluşmaktadır: (1) hedeflerin tespiti; (2) birden fazla hedefin mevcudiyeti halinde, hedefler arasında tercih sıralaması yapılması ve en öncelikli olanın tespiti; (3) bu hedefe götüreceği düşünülen araç(lar)ın tespiti; (4) her aracın getiri ve götürülerinin tespiti; (5) en faydalı ya da en az zararlı olan aracın tespiti; (6) karar ve uygulama. Uygulama safhasından sonra hedefe ne kadar ulaşıldığı ya da başlangıçta tespit edilen getiri ve götürülerin ne dereceye kadar gerçekleştiği muhakeme edilerek yapılan değerlendirmeler bir sonraki karar alma sürecine bilgi olarak aktarılır. Kısacası aktörler sürekli olarak bir öğrenme süreci içindedirler.
Rasyonel tercih teorisinin iddiası hiçbir şekilde seçim süreci sonunda en akl-ı selim ya da en mantıklı kararın alındığı değildir. Bu teori son kararın mantıklı olmasından daha çok, o karara götüren sürecin mantıkîliğini vurgular. Martha Crenshaw rasyonel tercih teorisini terörizme uygulayarak, teröristlerin ya da terörist örgütlerin bir mantık örgüsü içerisinde hareket ettiklerini iddia ediyor. Bu yaklaşıma göre her terörist eylem, somut ve açık bir hedefe yöneliktir. Tabii bu yaklaşım, sıra intihar eylemlerini açıklamaya gelince biraz zorlanmaktadır. İntihar eylemlerinde teröristler maddi herhangi bir çıkarı aşan ve kendi canları pahasına olan bir eylem ortaya koymaktadırlar. Rasyonel tercih teorisi intihar eylemleri konusunda karşılaştığı zorluğu iki şekilde aşmaya çalışır. İntihar eylemleri terörist eylemcilerden daha çok terörist örgütler açısından bakıldığında mantıkî görülebilir. İntihar eylemlerini gerçekleştiren terörist örgütler bu eylemleri belli bir hedefe ulaşmak için yapmaktadırlar ve ellerinde daha tercih edilebilir (maliyet hesapları açısından) bir metod olmadığı için bu yöntemi seçmektedirler. İkinci olarak, dindar eylemciler açısından ise ortada yine bir tercihin (bu dünyaya karşılık ahiret) söz konusu olması nedeniyle rasyonel bir seçimin varolduğu düşünülebilir. Ancak intihar eylemlerine dindar olmayan eylemcilerin ve seküler terör örgütlerinin rağbet ettikleri de açıklanması gereken ayrı bir gerçektir.
 
Psiko-Analitik Yaklaşıma Göre Terör
Rasyonel tercih teorisi terörist eylemleri mantıkî bir karar alma sürecinin sonucunda verilen bir karar olarak görürken, psiko-analitik yaklaşım terör eylemcilerini mantıkî karar verme yeteneğine sahip olmayan, psikolojik açıdan sorunlu bireyler olarak kabul ediyor. Psiko-analitik yorumlar terör eylemcilerinin her birinin özgeçmişleriyle ilgili bazı sorunları olduğunu iddia ediyor. Bu eylemciler özgeçmişlerinde aile içi şiddet, çocuklukta cinsel taciz ya da eğitim hayatlarında başarısızlık gibi tecrübeleri sonucu şiddete meyyal bir karaktere sahip olurlar. Kısacası bu yaklaşımlarda bireyler ait oldukları bağlamdan kopartılarak “bireysel” olarak analize tabi tutulmaktadır. Psiko-analitik terör yorumcusu Jerold Post’un ifadesiyle, teröristler terörist olmak için, yani davranış kalıplarındaki bozuklukları uygulamaya koymak için terör örgütlerine katılırlar. Kısacası rasyonel tercih teorisi ile karşılaştırıldığında psikolojik yaklaşım, teröristleri mantıkî değil; psikolojik açıdan sorunlu bireyler olarak görüyor. Bu yaklaşıma göre teröristlerin mantığı (logic) olmaz, psiko-mantığı (psycho-logic) olur; kısacası teröristler konuşulacak ve müzakere edilecek değil, klinik tedavi görmesi gereken bireylerdir.
 
Bağlamsal Yaklaşımın Terör Konumlandırması
Psiko-analitik yaklaşımın bireyi ait olduğu ortamdan koparan yorumlarına karşın, bağlamsal yaklaşım terörizmin belli sosyal ve siyasi şartların ürünü olduğunu iddia ediyor. Bu yaklaşıma göre terörizmi bireylerin özgeçmişleriyle ilgili sorunlar değil, belli bir sosyal, siyasi ve ekonomik ortam doğurur. Örneğin, Filistin’deki eylemcileri özgeçmişlerine indirgemek onların motivasyonları hakkında herhangi bir sağlıklı ipucu vermez. Filistinli eylemcileri ait oldukları toplumdan ayıran herhangi bir davranış bozukluğu değil, toplumun diğer fertleri tarafından tasvip edilen yaptıkları tercihtir. Yine de psikolojik temelli yorumların Filistinliler için de yapılabildiğini tespit etmek gerekiyor. Örneğin bazı İsrailli ve Türk yorumcuların yaklaşımlarına göre, Hamas örgütünün kurucusu Şeyh Yasin’in felçli oluşu onda terörizme meyyal bir karakter oluşumuna neden olmuştur. Kısacası tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkum olan yaşlı şeyh hayattan intikam almaktadır. Ancak Filistinli intihar saldırganlarının arasında onların özgeçmişlerine dair ortak bir zemin tespit etmenin zorluğu ortada. Yine 11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren teröristlerin ortak özelliği aile içi şiddete maruz kalmaları ya da eğitim başarısızlıkları (aralarında doktora derecesine sahip olanlar da bulunuyordu) değil, Suudi Arabistanlı oluşlarıydı. (İlginç bir şekilde 11 Eylül olaylarından sonra Amerikan medyası terörist eylemcilerin Suudi Arabistanlı kimliklerini değil, Müslüman kimliklerini vurguladı. Böylece dikkatler siyasi ve sosyal bağlamdan uzaklaştırılarak, dine çekilmiş oluyordu.) Bu noktada, psiko-analitik yorumların 1995 yılında Amerika’da, Oklahoma’da federal binaya saldırıda bulunan Timothy McVeigh’in ya da yine 1995 yılında Tokyo’da sarin gazı kullanarak metro saldırısını gerçekleştiren Aum Shinrikyo örgütünün lideri Shoko Asahara gibi gelişmiş toplumların ortaya çıkardığı terörist bireylerin davranışlarını açıklamaya elverişli olduğu düşünülebilir. Ancak bu örneklerde bile teröristlerin özgeçmişleriyle ilgili problemleri olduğunu iddia etmek sorunlu bir açıklama olacaktır. Örneğin, Asahara’nın çok az gören ve bu nedenle görmeyen kardeşleriyle birlikte âmâ okullarına gönderilmiş biri olarak, âmâlar arasında, sahip olduğu görme yeteneğiyle karizmatik bir liderlik yeteneği geliştirdiği; ancak tam olarak görememesi nedeniyle de içinde dış dünyaya karşı nefret hisleri uyanmış olduğu iddia edilebilir. Fakat bağlamsal analiz perspektifinden bakıldığında, neden onlarca çok iyi eğitimli doktor ve mühendisin Asahara’nın karizmasından etkilenebildiğini, bu olayın gerçekleştiği sosyal ve dini bağlamdan kopartarak anlayabilmek mümkün değildir.
 
Etno-Sentrik Yaklaşım Bağlamında Terör
Bağlamsal yaklaşımın içinde değerlendirilebilirse de vardığı sonuçlar itibariyle çok farklı bir mecraya yönelen etno-sentrik yaklaşım terörizmin nedeni olarak belli bir kültüre ya da dine odaklanıyor. Özellikle Batı’da yaygın olan ve Orta Doğu’daki terörü bizzat İslam’la ya da belirli bir İslam yorumuyla ilişkilendiren bu yaklaşımı önemli hale getiren akademik camiada kabul görür olmasından daha çok, özellikle Amerika’da siyasi çevreler arasında rağbet görmesidir. Amerika’da etno-sentrik terör yorumlarının en ateşli savucusu durumunda olan Daniel Pipes, bütün muhalefete rağmen Başkan George W. Bush tarafından Amerikan Barış Enstitüsü’ne atandı. Yine onun gibi son dönemlerde sık sık terör uzmanı olarak Amerikan televizyonlarında arz-ı endam eden Steven Emerson “Amerika’da Cihad” adlı belgeselinde (sonradan Amerikan Jihad: Terrorists Living Among Us adıyla kitaplaştırıldı) Amerika’da yaşayan bütün Müslümanları potansiyel terörist olarak takdim etmişti. Türkiye’de Taha Akyol’un ara sıra referans olarak gösterdiği Daniel Pipes, oluşturduğu bir İnternet sitesinde İsrail’e eleştirel bakan akademisyenler hakkında bilgi topluyor ve onları deşifre ediyor (campus-watch.org). Aslında Edward Said, Alev Alatlı’nın Türkçe’ye Haberlerin Ağında İslam başlığıyla kazandırdığı Covering Islam adlı eserinde Amerikan medyasındaki etno-sentrik yaklaşımlara ölümcül bir darbe indirmişti. Ancak 11 Eylül’ün getirdiği ortam etno-sentrik yaklaşıma hayat öpücüğü gibi geldi. Tabii Emerson ya da Pipes gibi saldırgan isimler bir tarafa, etno-sentrik yorumlara asıl teorik malzemeyi yine Türk medyasında sık sık atıfta bulunulan Bernard Lewis sağlıyor. 11 Eylül’ün ardından hızlı bir şekilde piyasaya sunulan iki kitabında (What Went Wrong? ve The Crisis of Islam) Lewis, İslam dünyasındaki şiddetin İslam’ın modernleşmeyle yüzleşememesinden kaynaklandığını iddia ediyor. Lewis bu şiddet ortamına katkıda bulunan İsrail’in Filistin’deki ya da Rusya’nın Çeçenistan’daki işgali ve bu işgallere Batı’nın sağladığı maddi ve siyasi destek gibi harici etmenleri tamamen dışlıyor. Bu yorumlara göre İslam modernleşemediği için Batı’ya diş bilemektedir; İslam dünyasında Batı karşıtı tepkiler tarihsel Batı sömürgeciliğinden ya da güncel neo-kolonyalizmden değil, Müslümanların kendilerini dönüştürememelerinden kaynaklanmaktadır. Suudi Arabistan’da ortaya çıkan siyasi şiddet ortamı da ülkedeki iyi eğitimli işsiz gençlerin sayısının artması gibi sosyal ve ekonomik; baskıcı yönetim altında iyi eğitimli gençlerin sisteme katılımının engellenmesi gibi siyasi ve bütün bunlara rağmen Amerika’nın ülkedeki rejime petrol karşılığı sağladığı güvenliğin tepki uyandırması gibi dış nedenlerden değil; Vahhabilik ideolojisinin yayılmasından kaynaklanmaktadır.
 
Terör Türkiye’de Nasıl Algılanıyor?
Türkiye’de yaygın olarak yapılan terör yorumlarında hakim olan temel temanın etno-sentrik yaklaşımla örtüştüğü görülüyor. Teröristleri doğrudan İslam’la ilişkilendirme heyecanının kendini ele verdiği bu yorumlarda, terörizmin bağlamsal altyapısına dair herhangi bir yoruma rastlanmıyor. Buna mukabil olarak, daha liberal bir yaklaşıma sahip oldukları intibaı veren birçok başka yazar, Orta Doğu’daki terör olaylarını işlerken sürekli olarak Vahhabilik gibi dini yorumlara atıfta bulunuyor. Bu yazarların herhangi bir şekilde sosyal, ekonomik ve siyasi faktörlerin oluşturduğu bir bağlama atıfta bulundukları görülmüyor. Oysa Orta Doğu’da Türkiye’yi de etkileyen siyasi şiddeti bu faktörlerin uzağında değerlendirmek tam anlamıyla başını kuma gömmekten farklı olamaz. Terörün belli bir zamanın ve mekânın mahsulü olduğu şeklindeki bağlamsal analizler yerine belli bir İslam yorumunu merkeze alan bu tür yorumlar son tahlilde kısır döngüye saplanmaktan kurtulamıyor. Dini yorum bağlamı mı, yoksa bağlam mı dini yorumu doğurmaktadır? Bir başka deyişle, şiddete meyyal dini yorumlar belirli bir şartın ürünü müdür, yoksa o şartlar şiddete meyyal dini yorumlar sayesinde mi ortaya çıkmaktadır? Buradaki tavuk-yumurta kısır döngüsünden kurtulabilmek için harici faktörleri denkleme sokmak zorundayız. Örneğin John Esposito Unholy War: Terror in the Name of Islam adlı eserinde cihad teriminin birçok ortamda insanın kendi içindeki manevi bir arınma mücadelesi olarak algılandığını; ancak Suudi Arabistan başta olmak üzere Orta Doğu’da bu anlamın bin Ladin tarafından kaçırılarak siyasi şiddete dönüştürüldüğünü yazıyor. Ancak bu da çok açıklayıcı bir yorum değil; burada sorulması gereken asıl soru, hangi şartların siyasi şiddeti içeren bir cihad yorumu için uygun ortamları barındırdığıdır. Amerikalı Müslümanların hazırladıkları ve Amerikalı Müslümanların hayatında Hz. Muhammed’in etkisini yansıtan bir belgeselde (Muhammad: the Legacy of a Prophet) cihad kavramının anlamı tıpkı Esposito’nun arzu ettiği şekilde sunuluyor. Örneğin bu belgesel New Yorklu bir mühtedi itfaiyeci Müslümanın 11 Eylül’de saldırıya uğrayan Dünya Ticaret Merkezi’ndeki yangını söndürmesini onun için bir cihad olarak sunuyor. Ancak New York’ta yaşayan bir Müslümanın okuduğu Kur’an ayetlerine ya da hadislere (metne) verdiği tepkiyle Gazze’de yaşayan bir Müslümanın aynı ayet ve hadislere verdiği tepkinin benzer olacağını iddia etmek çok zor. Burada dinin siyasi şiddetin kendisini değil, siyasi şiddetin belirli bir dini anlayışı doğurduğunu düşünmek daha tutarlı olacaktır. Kısacası metin (text) belirli bir bağlam (context) içerisinde anlam kazanmakta ve davranışı etkilemektedir.

Paylaş Tavsiye Et