TARİHİN yasaları nasıl keşfedilir sorusu 19’uncu yüzyıl Batı düşüncesinin ilgisini çokça çeken bir konuydu. Bu soruyu sormak, içten içe hem tarihin açık ve keşfedilebilir bir yasalar zincirine tâbi olduğuna iman etmek anlamına geliyor, hem de bu yasaları keşfetme gayreti içerisinde olan bir entelektüel üretimi tarih sahnesine davet ediyordu. Modern sosyal bilimlerin yavaş yavaş ayrışmaya ve ete kemiğe bürünmeye başladığı 19’uncu yüzyılda önde gelen düşünürlerin hemen hepsi tarihin yasalarını keşfetmeye çalışıyordu. Tıpkı o tarihten yüz yıl kadar önce doğanın kendi içinde tutarlı bir işleyişe tâbi olduğu ve dolayısıyla keşfedilebilir yasalarının bulunduğu fikrine sahip olan Aydınlanma filozofları gibi. Tarihin, doğanın yasaları vardı ve egemen olmanın koşulu söz konusu “yasa”ları keşfetmekten geçiyordu. Bu kaygı etrafında tarihin yasalarını ortaya koyma iddiasında olan birçok kuram hızla her yanı sardı. Sözü edilen kuramlar içerisinde ilerleme, evrimci bir zihinsel arka plana yaslanarak mutlaklaştırılıyor ve zaten tek olan medeniyetin biricik temsilcisi Batı, tarihsel birikimin tepe noktasına yerleştiriliyordu.
Modern sosyal bilimlerin tarihine ilişkin olarak okuduğumuz Batılı metinlerin hatırı sayılır bir kısmı bugün bize sosyal bilimlerin yasa keşfetme günahından artık arındığını ve bunun arkasında yatan etno-sentrik (kendi ırkının üstünlüğüne inanan) güdülerin anlamsızlaştığını söylüyorlar. Bu metinlere göre, tarihin yasalarını keşfetmek isteyen ve bunu yaparken Batılı etno-sentrizmle malul olan düşünsel çerçeveler, zaman içerisinde çok güçlü itirazlarla karşılaşmış ve etkilerini kaybetmişlerdir. Bu yaklaşım halihazırda hem Batı’daki hem de Batı dışındaki üniversitelerin bir çoğunda benimsetilmeye çalışılan bir yaklaşımdır. Ancak ne var ki gerek sosyal bilimlerin egemen söylemleri açısından, gerekse hakim siyasi teamüller açısından durumun bu şekilde olduğunu iddia etmek pek de kolay değil. Tarihsel yasa inşa etmek arayışındaki yaklaşımlar, gerçekten de, Alman idealizminden eleştirel teoriye, anarşist bilgi kuramlarından postmodern eleştirilere kadar birçok farklı perspektiften gelen, köklü sayılabilecek itirazlara muhatap oldular. Ancak farklı süzgeçlerden geçerek, değişik kalıplara bürünerek, tarih engeline çokça takılmadan ve egemen bir pratik olma özelliğinden fazlaca bir şey kaybetmeden bugüne dek de varlıklarını korudular. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki modernleşme literatürü; demokratik Batı cephesi lehine önce ideolojilerin sonunu, sonra da tarihin sonunu ilan eden yaklaşımlar; 11 Eylül sonrası oluşan literatür ve son zamanlarda İslam ile ilişkisi temelinde gittikçe yoğunlaşan terör tartışmaları bunun bariz göstergeleri.
Batılı Üstünlük Varsayımının Tartışmalara Hakimiyeti
Bugünlerde İslam ve terör arasındaki ilişkiyi ya da ilişkisizliği tartışmak moda. Ne var ki bunu yalnızca güncel bir tartışma olarak okumak doğru değil. Bu tartışma aslında bize bir yüzyıl öncesinin bir tartışmasını hatırlatıyor: İslam terakkiye mani midir, değil midir? Bu iki tartışma hem biçimsel olarak, hem de muhteva olarak birbirine çok benziyor. Muhteva olarak benziyor; çünkü her iki tartışmada da mevcut olumsuzlukların kaynağına, tartışmanın tarafları doğrultusunda, ya İslam’ın kendisi ya da onun yanlış yorumları yerleştiriliyor. Söz konusu biçimsel benzerlik ise, bu iki tartışmanın bizatihi her birinin varlığının, bir küçümsemenin, nesnesinin içeriğini boşaltma güdüsünün ve bir tahakküm arzusunun ürünü olması dolayısıyla gündeme gelmektedir.
Ernest Renan nasıl ki Müslüman coğrafyanın 19’uncu yüzyılda karşı karşıya kaldığı siyasi, ekonomik ve kültürel bunalımları doğrudan İslam’ın teolojik yapısı ile ilintili gördüyse, benzer bir refleksle bir dönem sonra İslam–terör tartışmasını ortaya atanlar da İslam’ın terörü teşvik edebilen bir yapısının bulunduğunu iddia ediyorlar. Tartışmanın diğer tarafında yer alanlar için de benzer bir süreklilikten bahsedilebilir. Nasıl ki bir dönem İslam dünyasının yaşadığı sıkıntıların kaynağında Müslümanların yanlış İslam anlayışlarının yattığı söylendiyse, bugün de benzer bir üslupla İslam’ın yanlış bir yorumunun terör eylemlerinin kaynağı olabileceği öne sürülüyor. Elbette bu “kötü” yorumun adı bir dönem Şii İslam olabilirken bir başka dönem de Vahhabilik olabiliyor. Ne var ki, tartışmanın hangi tarafında konuşlanıldığına bakılmaksızın, tüm bu yaklaşımlarda bariz bir biçimde hissedilen bir ortaklaşmadan bahsetmek yerinde olacaktır. Bu ortaklaşma, tarihe yaklaşım metodolojisi ile ilgilidir. Söz konusu metodoloji, temelde Batılı etno-sentrik tarih felsefesinin sahip olduğu kurguyu destekler mahiyettedir. Bu tarz bir tarih yorumunun merkezinde “üstün bir Batı” imajı ve “geri bir İslam” imgesi yer alır. Bu anlayışa göre, siyasi gerileme, ekonomik sıkıntı, parçalı toplumsal yapı, düşünsel tıkanıklık ya da adı her ne olursa olsun İslam ülkelerinin yaşadıkları sorunlar, ya İslam dininden ya da Müslümanların tutumlarından kaynaklanmaktadır. Bu teorik çerçeve, üçüncü bir aktöre hiçbir şartta ihtiyaç duymaz. Sömürgeciliğin İslam dünyasının coğrafî oluşumuna, toplumsal yapısına, kültürel dokusuna, tarihsel seyrine ya da düşünsel zenginliğine nasıl etki ettiğine ve örneğin bu etkinin halihazırdaki yayılmacı Amerikan dış politikası ile nasıl pekiştirildiğine değinmeye hiç gerek yoktur.
Kısacası, problemi tarihsel ve siyasi koşullarından bağımsız olarak ele alma ve sorunu ontolojik düzlemde formüle etme anlayışı aslında 19’uncu yüzyıl ana akım Batı düşüncesinin bir özelliğidir. Ve buradaki temel iddia, Batılı üstünlük varsayımıdır. Türkiye’de yaşayan ve bu ülkenin geleceğine ilişkin kaygı sahibi olan entelektüellerin terörizm konusunda Batılı ortodoksinin kavramsal çerçevesini aşmayı denemeden düşünce üretmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Bir çözüm siyasetinin değil, çözümsüzlüğün ürünü olan terörün tarihsel kaynakları ve uluslararası bağlamı üzerinde çokça kafa yormak gerekiyor. Yapılacak analizlerde modern siyasetin bir unsuru olarak beliren terörün, “örgütlü uluslararası terör” gibi ya da meşru şiddet tekelini elinde bulunduran ulus-devletin meşru olmayan şiddete başvurma aracı olarak kullandığı “devlet terörü” gibi tartışılması gereken farklı boyutları da görmezden gelinmemelidir.
Paylaş
Tavsiye Et