TÜRKİYE’DE ordunun karıştığı sansasyonel bir olayın haber olmadığı gün geçmiyor. Ordu komuta kademesi bu haberleri, sorunları teşhis ve tedavinin aracı değil de kendisine yönelik asimetrik psikolojik harbin yeni bir tezahürü olarak görüyor. Esasen sorun tamamen siyasi olduğu için, çözümü, bürokratik karakteri ağır basan ve gayrimeşru yollarla siyaset yapan askerî bürokrasinin kendisinden beklemekten büyük bir yanlış olamaz. Türkiye’de asker-sivil ilişkilerini tanzimde, siyasetin hâlâ tam inisiyatif aldığı söylenemeyeceğinden, ordudaki gayrimeşru oluşumların tasfiyesinin komuta kademesine havale edildiği bir dönem yaşandı. Ancak bugün gelinen noktada, yargının ve siyasetin durumdan vazife çıkarması kaçınılmaz görünüyor. DTP’nin kapatılması ve PKK’nın desteklediği sokak hareketleri geçtiğimiz ay bu bahiste yaşanan ehemmiyetli gelişmelerin üzerinde durulmasını kısmen engelledi. Fakat Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın evinin önünde muvazzaf subayların yakalanması, Ergenekon Davası’nda da cunta çalışmalarında da kontrgerilla karargâhına bakılması gerektiğini bir kez daha açığa çıkardı.
Bu çerçeve içinde “AKP’yi ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme Planı” olarak bilinen ve üzerinde Genelkurmay Başkanlığı’nda psikolojik harp yapmakla görevli bir şubenin başındaki albayın imzası olduğu kesinleşen belgenin yarattığı tartışma devam ediyor. Bu belgenin nazari düzeyde kalmayıp Erzincan’da uygulandığı iddiası, çok önemli gelişmelere kapı araladı. Jandarma İstihbarat, MİT ve yargının işbirliğiyle Erzincan’da irtica iddiasıyla bir komplo düzenlediği anlaşıldı. Jandarma istihbaratçısı subayların tutuklanmasını takiben, aralarında MİT bölge yöneticilerinin de bulunduğu 3 kişinin tutuklanması ve MİT Bölge Başkanlığı’nın aranması Türkiye’de ilk defa yaşanan şaşırtıcı bir gelişmeydi. Savcılığın, kışla binasına Ergenekon çıkışı resmettiren 3. Ordu Komutanı Orgeneral Saldıray Berk’in de bilgisine başvurduğu iddiaları, komplonun il düzeyiyle sınırlı kalmayabileceği şüphelerini güçlendiriyor.
Bu gelişmeleri takiben Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Trabzon’da Oruç Reis Firkateyni’nde, yargıya ve basına ayar vermeye yönelik psikolojik harekât amaçlı sert bir konuşma yaptı. Sembollerin üzerinde çok çalışılmış olduğu anlaşılan bu konuşma, amaçlananın aksine orduya ve Başbuğ’a daha ağır eleştirilerin ve ciddi şüphelerin kapısını açtı. Hele “Trabzon’u ve Oruç Reis’i özellikle seçiyorum” denilmesi, Trabzon’un ve Deniz Kuvvetleri’nin son zamanlarda anıldığı olayla düşünülürse, içerdiği vahim imalarla adeta bir intihar hareketiydi.
Bu arada Ergenekon soruşturmasında ortaya çıkan Kafes Planı, cuntanın ölçüsüzlüğü ve gözü karalığını yeniden ortaya koyuyordu. Üstelik 2009 tarihli bu belge, cuntanın faal olduğunu da ispat ediyordu. Kafes Planı etrafındaki soruşturmalar, eski ve yeni deniz kuvvetleri komutanlarına yönelik suikast planları etrafında gelişen soruşturmada onlarca subayın tutuklanmasıyla halen devam ediyor. Bu subaylardan biri olan Deniz Öğretmen Yarbay Ali Tatar’ın yeniden tutuklanma kararı alınmasının ardından intihar etmesiyle gözler, altıncı şüpheli intiharın yaşandığı Deniz Kuvvetleri’ne çevrildi. Eskiden beri askerî istihbarat faaliyetlerinin üssü olan Deniz Kuvvetleri’nin, siyasete müdahale etmenin yükü altında ezildiği anlaşılıyor. Tatar’ın cenazesine, kendisine suikast yapılacağı iddia edilen Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın katılması, ordunun meslekî kast anlayışıyla içine kapanmak hastalığından kurtulamadığını gösterdi. Bu kast anlayışı, belki geçmişte orduyu güçlü kılan amillerden biriyken, bugün orduyu güçsüzleştiren esas amile dönüşmüş durumda.
İntihar eden yarbayın eşinin Deniz Kuvvetleri’nde tutuklanan subaylarının çoğunun Alevi olması sebebiyle, Alevilere baskı yapıldığını ifade etmesi meselenin başka bir boyutunu gündeme taşıdı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da Erzincan’da tutuklanan MİT’çilerin Alevi olduğunu söyleyerek bu iddiaya katıldı. Öte yandan yine CHP’nin Alevi ve Kürt ismi Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu’nun Erzincan’daki soruşturmaya bir takım belgelerle müdahil olma çabası da dikkat çekti. Bu durum, bilhassa Ergenekon Davası’nı engellemek isteyen yüksek yargı bürokratları arasındaki Alevi ağırlığının sıkça dillendirilmesiyle birlikte değerlendirildiğinde, cuntacıların mezhep kimliklerini kullanma çabasını deşifre ediyor. Kılıçdaroğlu’nun Erzincan’daki Başsavcı tarafından yalanlanan belgesinin, CHP milletvekili ve hukukçu kimliğiyle bilinen Ahmet Ersin tarafından, kendisi de soruşturulan bir savcıyla beraber Erzurum’daki askerî birliği ziyaretleri esnasında alınarak servis edildiği iddiaları, CHP’nin Ergenekon Davası’nda müdahil olduğunu açıkça gösteriyor. Baykal’ın Alevilik meselesinden bahisle, Onur Öymen’in Dersim gafı ve hükümetin Alevi Çalıştayları’ndan sonra, partiden gitmesinden endişe duyulan Alevi tabanının arayışını engellemek istediği anlaşılıyor.
Asker-sivil ilişkilerindeki bu tablo, Arınç’ın evinin önünde Özel Kuvvetler’e bağlı Seferberlik Tetkik Kurulu (STK)’ndan iki subayın şüpheli olarak yakalanmalarıyla vahamet kesp etti. 1952’de Türkiye’nin NATO’ya girişiyle kurulan ve Soğuk Savaş döneminin gayrimeşru operasyonlarının karargâhı olan bu yapının yeniden gündeme gelmesi, bu kurumun tarihini bilenlerde alarm hissi yarattı. Aslında Ergenekon Davası’nda gözaltına alınanlar arasında bulunan bir binbaşı da bu birimde görev yapmıştı. O zaman bunu dikkate almayan soruşturma, son olayla beraber bu kuruma da yöneldi. Gözaltına alına subay sayısı 8’e çıktı ve adli yargı ilk defa, STK binası olan bir kışlada arama yapma kararı aldı. Bu kararın, yakalanan iki isim dışında STK evraklarını da içerecek şekilde genişletilmesiyle askerî bürokrasi, adaleti engellemenin Türk basınındaki adıyla, “bu karara fiilen direndi”. Bunun üzerine Genelkurmay Başkanı Başbuğ ve Kara Kuvvetleri Komutanı Işık Koşaner ile Başbakan Erdoğan, MGK öncesinde mutadın dışında 3,5 saat görüştüler. Görüşmeden sonra STK kışlasında uzun süren aramalar başladı.
Tesadüf bu ya, söz konusu olaylar Türkiye’yi 12 Eylül darbesine götüren Maraş Katliamı’nın yıldönümüne denk geldi. Bu tesadüf, İtalyan Gladyosu’nu soruşturan savcı Felice Casson’un, soruşturmanın daha derinlere ve daha yükseklere ulaşması gerektiği uyarısını hatırlattı. Casson soruşturmasındaki asıl ilerlemenin askerî istihbarat arşivine girmesiyle gerçekleştiğini söylerken, Ergenekon soruşturmasının nereye bakması gerektiğine de işaret ediyordu. Türkiye’nin bir demokratik hukuk devleti olması samimiyetle isteniyorsa, MİT, JİTEM, Özel Kuvvetler ve askerî istihbaratın arşivleri savcılara açılmalıdır. Meşhur Susurluk Raporu, ancak Mesut Yılmaz’ın Başbakan olarak MİT merkezine giderek Kutlu Savaş’a arşivleri açtırmasıyla yazılabilmişti. Meselenin hafiyelik kısmı bir yana bırakılırsa, sorumluluk yargıya ve onun önünü açmak da siyasete düşüyor. Ergenekon Davası’nın 21. yüzyıl Türkiye’sinin Vakayı Hayriye’si olarak tarihe geçmesi buna bağlıdır.
Paylaş
Tavsiye Et