Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (March 2009) > Türkiye Siyaset > Siyaset, etik ve meşruiyet
Türkiye Siyaset
Siyaset, etik ve meşruiyet
Murat Yılmaz
SİYASET ve ahlak bahsi gündemden düşmüyor. 29 Mart mahalli seçimlerindeki temel tartışma konularından biri buydu. Hemen her aktüel tartışmanın bu bahisle bir şekilde ilişkilendirildiği görülüyor. Samimi olarak yolsuzluklara karşı olanlar yanında, siyaseti, siyasetçileri ve dolayısıyla demokrasiyi yıpratmak isteyen zümreler, siyasi rakiplerini tasfiye etmek isteyenler bu ilişkiye dikkat çekiyorlar. Tartışmaları, “İktidara nasıl ulaşılır?”, “Devlet nasıl kurtarılır?” soruları takip ediyor. Devletin ve iktidarın sınırlandırılmasından, hukuk ve adaletten yani meşruiyetten önce iktidarın aranması aslında meselenin ana kaynağını da işaret ediyor.
Siyasetin ahlakla ilişkisini kuran, “iyi” ve “kötü” anlayışlarıdır. Bu anlayışlar felsefenin, siyasetle ilgili olanlarsa siyaset felsefesinin konularıdır. Türkiye’deki siyasi düşünce geleneği ve siyaset pratiği ise iyi ve kötünün tartışıldığı siyaset felsefesi üzerinde değil, “Bu devlet nasıl kurtulur?” ve “İktidar nasıl ele geçirilir?” soruları üzerinde teşekkül etmiştir. Bu yüzden de devlet ve iktidar değil; vatandaşlar, haklar ve özgürlükler sınırlandırılmıştır. Ve yine bu yüzden Türkiye siyaseti, en temel noktada ahlakla problemlidir. Bugün yolsuzluktan Milli Güvenlik Kurulu’na, üniversite meselesinden orman arazilerine, Kürt meselesinden Kıbrıs’a, demokratikleşmeden Avrupa Birliği’ne, Ermeni meselesinden başörtüsü yasağına kadar yaşanan tartışmalar, devlet veya iktidar telakkisiyle ilişkilidir. Bu yüzden, ağaçlara dalıp ormanı kaybetmemek için önce bu noktaya, devlet veya iktidar telakkisine bakılmalıdır.
Siyasetin temel meselesi, bir toplumun ortak iyiye nasıl ulaşacağıdır. Osmanlı-Türk siyasi kültür geleneğinde ise siyaset, devlet demektir. Devlet, fitneye fırsat vermeyen bir asayiş ve namus bekçisidir. Siyaset bu bekçinin, devletin işidir. Tebaa ise bekçinin sağladığı asayiş ve namus emniyetine şükretmek dışında siyaset sokağına giremez. Böylece kamu hayatını terk eden vatandaşlar, kamunun sınırlarını çizdiği özel hayatlarını yaşayarak mutlu olabilirler. Halbuki sınırı çizilmesi gereken özel hayat değil, devlet ve iktidar olmalıdır. Sınırı çizen ise devlet veya iktidar değil, vatandaşlar olmalıdır. Daha da önemlisi özel hayata müdahale edilmemesinin garantisi, devletin sınırlanmasıdır özel hayatın değil.
Buradaki “namus” anlayışı, eski Yunan’daki “nomos” kavramı ile birlikte düşünülmelidir. Nomos, her kültürün dünyayı yaşanabilir kılan anlamlılık haritası ve uyulması gereken toplumsal kurallar mecmuası şeklinde anlaşılmalıdır. Devlet işte bunu muhafaza eden bir şeydir. Ancak devlet burada, sadece bir aygıt olmanın ötesinde yukarıdaki anlayışın bir tezahürüdür. Bir başka söyleyişle devlet, bu anlayışla medeniyeti temsil eder, dahası o medeniyetin kendisidir. Fakat modernleşme hareketiyle devlet, bu medeniyetin kendisi olmak veya muhafızı olmak misyonu yerine, bu medeniyeti ve nomos anlayışını bizatihi değiştirecektir.
Böylece devlet, korumakla mükellef olduğu medeniyet yerine ve ona rağmen, yeni bir medeniyet kurmaya yönelecektir. Bu yeni medeniyet, devlete eskisinden farklı olarak demokratik bir esasta rol biçerken; devlet, yeni medeniyet anlayışını eski medeniyetin düşünme ve davranış kalıpları içinde algılayacaktır. Bu da yeni medeniyetin, modernleşmenin veya demokrasinin başarılı olmasını engelleyecektir.
Bu çerçevede modernleşme anlayışını benimseyenlerin devleti desteklemeleri, ilk elde anlaşılabilir. Fakat bu desteği verenlerin, şayet modernleşmeyi sahiden benimsiyorlarsa devletin bu süreçteki konumundan rahatsızlık duymaları beklenmelidir. Bu, bir rahatsızlık yaratmıyorsa, bu desteğin kökeninde modernleşme projesi değil, kadim devlet telakkisi yatıyor demektir. Kadim telakki ise devletin yaptığı her şeye bir hikmet atfeden, devlete ilahî vasıflar yükleyen ve “devlet yapıyorsa doğrudur” şeklinde ifade edilebilecek devlet telakkisinden başka bir şey değildir. İşte bu yüzden, bu tavır, demokratik bir tavır olarak nitelendirilemez.
Devletin modernleşme hareketinden farklı bir yerde duranlar da, devlet ile ilişkilerini tanzim etmekte zorlanmaktadırlar. Bir yandan kadim devlet telakkisini kabul etmekte, öbür yandan bugünkü devleti dünya görüşleriyle telif edememektedirler. Dünya görüşleri sebebiyle devlete tamamen muhalif bir safta mevzilenemezken; reel devlet, tahayyül ettikleri devlet olmadığından, rahatlıkla devlet safında da yer alamamaktadırlar. Kendilerinin de muhalif olduğu bir akım veya görüş karşısında ise müstağni kalamayarak veya demokratik davranamayarak insiyaki şekilde devlet safına savrulmaktadırlar.
Bugün, ana muhalefet partisi CHP ilk tavra, iktidar partisi AKP ise ikinci tavra yakın gibi gözüküyor. Türkiye siyasetinin siyasi ahlakla ilişkisinin sağlıklı bir şekilde kurulabilmesi için, iki partinin de “Bu devlet nasıl kurtulur?” ve “İktidar nasıl ele geçirilir?” sorularından önce “Devlet ve iktidar nasıl sınırlandırılır?”, “İnsan hakları ve adalet nasıl tesis edilir, demokratik bir devlet nasıl kurulur?” sorularını esas almaları gerekiyor. Sadece devleti veya iktidarı esas almak, devleti sınırlandıracak iyi ve kötü anlayışından, meşruiyetten yani, siyasi ahlaktan kopuk bir devlet veya iktidar fetişizmine yol açacaktır. İşe, bu temel noktadan başlanmazsa siyaset ve ahlak tartışmaları siyasi rakiplerini bertaraf etmek, siyaseti ve siyasetçileri kötüleyerek demokrasiyi sınırlandırmak dışında bir amaca hizmet etmeyecektir. Siyasetin ahlakla ilişkisinin sağlıklı bir şekilde kurulabilmesi için yapılması gereken ilk şey, siyasetin doğru sorularla uğraşmasını temin etmek olacaktır. Aksi halde son zamanlardaki gibi birçok yolsuzluk haberi arasında, ağaçlara bakarken orman gözden kaçacaktır.  

Paylaş Tavsiye Et