FİNANSAL kurumlar önemli ve özel kurumlardır. Önemlidirler; çünkü ekonomik sistem içerisinde anahtar bir konumları vardır. Tasarruf sahipleri ile yatırımcıyı onlar buluşturur. Ekonomide kaynakların daha verimli kullanılmasını onlar sağlar. Bu rolleriyle adeta ekonominin beynidirler. Bu kurumlar aynı zamanda özeldirler. Özellikleri, güven esasına dayanmalarından kaynaklanır. Başkalarının paralarını başkalarına verdikleri için güven bu kurumların olmazsa olmazıdır. İnsanların güveni kaybolunca bu kurumlar da kaybolur.
Bugün ABD’de yaşanan kriz bir güven krizidir. Her finansal sistem gibi ABD finansal sistemi de güven üzerine kuruludur. Bir süredir bu güven ciddi şekilde sarsıldı. Başta bankalar, özellikle de yatırım bankaları ve hedge fonları artık güven vermiyorlar. İnsanların güvenlerini kaybeden kurumlar batıyorlar. Amerikan yönetiminin bütün yaptığı ve yapacağı şeyler de, kaybedilen güvenin tesisine yönelik. Ne var ki güveni kazanmak kaybetmekten çok daha zor.
Bu güven krizi arızi değil; kalıcı etkileri olacak. Çünkü bu sistemik bir kriz. Ekonominin belirli bir bölümünde sıkışıp kalmadı, diğer alanlara da hızla yayıldı. Konut kredilerinde ortaya çıkan batıklar hem reel sektörün hem de finans sektörünün önemli aktörlerine sirayet etti. Üstelik sadece ABD ile de sınırlı değil. Avrupa’dan Asya’ya birçok ülkeyi etkiliyor. Küresel kredi krizi denilmesi boşuna değil.
Bu kriz aynı zamanda belli bir finans modelinin iflası anlamına geliyor. Bu modelin makro boyutunda ekonominin temellerinden kopuşu yatıyor. Reel sektör ile mali sektör arasındaki makas hiçbir zaman bu kadar açılmamıştı. Dünyada reel ticarete konu olan mallar ile bir günde döviz piyasasında dolaşan para arasında akıl almaz uçurumlar oluştu. Benzer bir örnek türev ürünlerinin toplam dünya gayrisafi milli hasılasına oranında da görülüyor. Geçtiğimiz yıl bu oran %1.100’leri buldu. Başka bir deyişle reel olana dayalı çıkarılan bir kıymet, reel olanın bin katını geçti. Şimdilerde yaşanan, bir anlamda gerçekle sanal olan arasındaki farkın kapanması; şişen balonun patlaması.
Bu finans modelinin mikro boyutunda “paketle ve pazarla” adı verilen iş modelinin iflası var. Klasik sistemde banka konut kredisini veriyor ve karşılığında gayrimenkulü ipotek alıyor. Müşteriyi de çok yakından tanıyor ve izliyor. Banka bu kredileri bilançosunun aktifinde muhafaza ediyor. Paketleme ve pazarlamaya dayalı iş modelinde ise aktifler menkul kıymetleştirilerek satılıyor; ancak bu satılan kıymetler tekrar değişik kurumlar tarafından değişik adlarla yeniden paketlenerek içeride ve dışarıda başka kuruluşlara pazarlanıyor. Böylece uzun tutulan menkul kıymetleştirilme zincirinde borçlu ve alacaklı arasındaki ilişki hem rasyonalitesinden kopuyor hem de anlaşılmaz ve izlenilmez bir hal alıyor. Alacaklı ve borçlunun birbirini hiç tanımadığı sistemler suistimallere açık oluyor ve aşırı riski teşvik ediyor. Böylece riski yönetmek ve çeşitlendirmek adı altında çıkarılan ürün ve hizmetler, yüksek risk iştahına sahip ellerde çok daha tehlikeli oluyorlar.
Bu sistemi sorunlu kılan tek özellik menkul kıymetlerin yeniden yapılandırılarak yeni finansal enstrümanların ortaya çıkarılması değil. Bu işlemleri yapanların aynı zamanda yüksek derecede kaldıraç (borç) kullanmaları riskleri katladı. Dolayısıyla asıl sorun yüksek risk iştahına izin veren bir finansal kültürün ve iş modelinin varlığı. Bu yüzden işlerin ters gittiği dönemlerde yüksek risk iştahına sahip başta yatırım bankaları olmak üzere önde gelen finansal aktörlerin zararları da büyük oldu. Bu sistemin sürmesi ilave borç ya da ilave sermaye ile mümkündü. Bunun ise bir sınırı olacağı muhakkaktı. Batık banka ve şirket haberlerinin yaygınlaşmasıyla gerekli likidite bulunamadı. Kimse kimseye kredi vermez oldu. Finansal sistemin kompleks yapısı riskliyi risksizden ayırt edemedi. Herkes elindeki menkul kıymeti satmaya çalıştı. Satıcının bol olduğu, alıcının ise olmadığı piyasa sıkıştı. O yüzden başlangıçtaki “eşik altı konut kredisi krizi”nin sonraki dönemdeki adı “likidite krizi” oldu.
Krizin başından beri ABD Merkez Bankası (FED) başta olmak üzere Amerikan yönetimi piyasalarda güveni sağlamaya çalıştı. Bunun için üç aşamalı bir program izledi. İlk hamle beklenildiği gibi FED’in faizleri düşürmesi oldu. Gecelik faiz oranları %5,25’ten %2’ye düşürüldü. Buradaki amaç kredi sürecini, dolayısıyla ekonomiyi canlı tutmaktı. Bankaların birbirlerine borç vermede gönülsüz davranmasıyla ikinci aşamada FED nihai kredi mercii olarak piyasalara fon sağlamaya çalıştı. Bunun için hem teminat olarak kabul ettiği menkul kıymetlerin çeşitliliğini artırdı hem de fona ihtiyaç duyan kurumlara ulaşmaya çalıştı. Böylece FED menkul kıymetleştirilmiş konut kredileri ve diğer tahviller karşılığında nakit ve hazine bonosu satmış oldu. Bu şekilde FED’in verdiği borç tutarı 300 milyar doları buldu. Sonraki aşamada FED ve ABD Hazine Bakanlığı şirket batmalarını önlemeye çalıştı. FED’in desteklemesiyle Bear Stearns yatırım bankası JP Morgan Chase’le birleştirildi. Büyük konut kredi şirketleri Freddie Mac ve Fannie Mae kamulaştırıldı. Zira eşik altı konut kredileri bu şirketlerin sermayelerini tamamen eritmişti. Ve ardından ülkenin en büyük sigorta şirketi olan AIG kurtarıldı. Şimdi bu aşamanın bir sonraki adımı uygulanıyor. Hazine Bakanlığı finans kuruluşlarının bilançolarında likit olmayan varlıkların satın alınmasını içeren bir yasa tasarısı hazırladı. Bizdeki TMSF’ye benzer bir yapılanma ile 700 milyar dolarlık bir bütçenin bu iş için hazırlandığı belirtiliyor. Bütün bu çabaların ne kadara mal olacağı henüz tam bilinmiyor. Ancak sorunun sistemik özelliği hem zaman hem de mali yük olarak daha yüksek bir tutara işaret ediyor.
Bütün bunlardan bizim payımıza düşen şeyler de var kuşkusuz. Dünya ekonomisinin yavaşlama sürecine girdiği düşünüldüğünde bizim de süreçten etkilenmemiz muhtemel. Doğrudan yabancı sermaye yatırımlarındaki ve turizm gelirlerindeki muhtemel azalmalar, akla ilk gelenler. Ancak asıl olumsuzluk küresel sermayenin eskisi gibi bol olmayışından kaynaklanacak. Eskisi gibi kolaylıkla ve çokça yurtdışından borçlanmalar olamayacak. Diğer taraftan düşen emtia ve petrol fiyatlarının olumlu yansımaları olacak. Dolayısıyla petrol ve enerji faturamız azalacak. Ancak toplamda dış dünyanın büyümeye katkısı olumlu yönde olmayacak.
Bu krizden ders çıkarmamız gereken bir başka nokta aşırılıktan ve aşırı riskten kaçmak olmalı. Gerçek hayattan ve değerden yoksun büyük kazançlar bizleri aldatmamalı. Bu hem kişiler hem de finansal sistemler için geçerli. Aşırılığı ve tekelciliği teşvik eden sistemlerin inişleri ve çıkışları da bol olur. Her balon er geç patlar. Bu ilk değildi, son da olmayacak.
Paylaş
Tavsiye Et