Ermenistan Basını
Çeviri: Diran Lokmagözyan
Geçtiğimiz günlerde İngiliz devlet televizyonu BBC’nin Türkçe Servisi’ne verdiği röportaj esnasında, Türkiye’de yaşayan Ermeni göçmenlere yönelik Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan tehdit, Ermeni ve Türk medyaları ile uluslararası medyanın tartışma konusu olmaya devam ediyor.
Erdoğan, 16 Mart’ta yaptığı açıklamada, Türkiye’deki 170 bin Ermeni’nin 100 bin kadarının kaçak yaşadığını ve Türkiye vatandaşı olmadığını belirterek, gerekirse onları ülkeden kovabileceklerini vurgulamıştı. Daha sonra yaptığı açıklamada bu sözleri hakkında düzeltme yapan Erdoğan, yanlış anlaşıldığını ve sadece Türkiye’de bulunan Ermeni göçmenler konusuna dikkat çekmek için bu sözleri sarf ettiğini ifade etmişti.
Yabancı ve Türk medya kuruluşları, Erdoğan’ın beyanatına genişçe yer verdi, bazısı dolaylı olarak soykırıma değinerek kesin yorumlarda bulundu. Ermenistan tarafında ise Başbakan Tigran Sarkisyan, Meclis’teki haftalık görüşmeler esnasında Erdoğan’a cevap verdi. Ermenistan Dışişleri Bakan Yardımcısı Arman Kirakosyan ise “Erdoğan, sözde zor durumda kalıp Türkiye’ye gelmiş bulunan Ermeniler hakkında konuşurken, ekmek parası kazanma niyetiyle dünyanın farklı ülkelerine dağılmış olan milyonlarca Türk göçmeni unutuyor” şeklinde bir açıklama yaptı.
Erdoğan’ın bu açıklamayı, Ermeni Soykırımı Tasarısı’na karşı Ermeni göçmenleri koz olarak kullanma niyetiyle yapmış olduğu belirtiliyor. Türkolog Artak Şakaryan, Erdoğan’ın bu çıkışıyla, yaratmaya çalıştığı barışsever ve hümanist görüntüsünün suya düştüğünü öne sürdü ve bunu Türkiye’nin dış politikasındaki son beş yılın en büyük gafı olarak nitelendirerek, Ermeni göçmenlerin Türkiye’nin hiçbir zaman vazgeçmeyeceği birer piyon ve rehine olduklarını belirtti. Şakaryan’a göre, uluslararası medya kuruluşlarının her biri bu açıklamayı kendi devletinin çıkarları doğrultusunda yorumladı ve insan haklarını kullanarak Türkiye’ye baskı yaptı.
Şakaryan, Erdoğan’ın bu açıklamasının Ermeni tarafında yankılanmaya devam edeceğini ve inişli-çıkışlı seyreden Ermeni-Türk ilişkilerinde Erivan tarafından Ankara’ya karşı kullanılacağını dile getirdi. Ancak Şakaryan, Erdoğan’ın açıklamalarının altında başka şeyler de görüyor: 2011’in Türkiye’de seçim yılı olması ve Erdoğan’ın kendisini milliyetçi olarak göstermek istemesi gibi.
Siyaset bilimci Yervand Bozoyan ise Türkiye Başbakanı’nın bu hissî açıklamasının Ermeni-Türk yakınlaşma sürecinin çöktüğünün ispatlarından biri olduğunu belirtti. Bozoyan, “Uluslararası kamuoyu, futbol diplomasisinin Ermeni-Türk ilişkilerini iyileştirmek bir yana daha da kötüleştirmiş olduğunu bir kere daha tespit etti. Gerçi bu son yakınlaşma süreci başlayana kadar da Ermenistan ile Türkiye arasında ciddi bir ilişkinin mevcut olduğu söylenemez. Fakat şu kesin ki, iki ülke arasında hiç değilse bu denli gergin ilişkiler de yoktu. Bu süreç baştan beri yanlış hesaplandı ve iyileşme değil, daha da kötüleşme getirdi.” ifadelerini kullandı.
Taşnaksutyun Partisi (Ermeni Devrimci Federasyonu) temsilcisi Ardzvik Minasyan’a göre ise Erdoğan’ın Türkiye’deki 100 bin Ermeni’yi kovmakla ilgili açıklaması, Ermenistan’ın gelişmesini sadece Ermeni-Türk sınırının açılmasına bağlı olarak gören ve Türkiye’nin kucağına atlamaya hazır olan Ermenistanlı siyasetçilere de bir cevaptı.
Tavsiye Et
İsveç Basını
Çeviri: Feyzullah Yılmaz
Parlamento’nun, Asurilere (Süryanilere) yönelik Seyfo* ile diğer Hıristiyan azınlıklara yönelik soykırımı tanıma kararı birçok açıdan tarihî bir karar. Bu kararla, tarihte ilk defa bir ülke, Osmanlı İmparatorluğu’nun “asimilasyon politikası”nın kurbanları olarak Ermenilerin dışındaki diğer etnik grupları da tanımış oldu.
Dikkat çeken nokta ise Türkiye’nin bu karara yönelik şiddetli saldırısına, Parlamento’nun tarihsel meseleler hakkında karar vermemesi ve bu tür tarihsel meselelerin siyasallaştırılmaması gerektiğine inanan Dışişleri Bakanı Carl Bildt ve diğerlerinin de destek vermesiydi. Ben de tabii ki Parlamento’nun, 1915’te meydana gelen olayların dışındaki meselelerle ilgilenmesi gerektiği fikrine katılıyorum. Fakat bununla birlikte, asıl meseleyi siyasallaştıranın kim olduğunu da sormalıyız. Meseleyi siyasallaştıran İsveç Parlamentosu mu, yoksa Türk tarafı mı? Bugün Türkiye’de, olayların üzerinden doksan beş yıl geçmesine rağmen, yaşananın bir soykırım olup olmadığını tartışmak hâlâ kanunlara aykırı. Örneğin, azınlık gruplardan birine mensup bir kişi, kendi vatanında bu yasadışı meseleyi gündemine almak isterse hapse atılma veya Hrant Dink gibi hayatını riske atma yollarından hangisini tercih etmeli?
BM ve birçok insan hakları örgütü, Türkiye’deki azınlık haklarının yetersiz olduğunu uzun yıllardır ifade ediyor; fakat bu hiçbir şeyi değiştirmiyor. Ülkede basın-yayın alanındaki sansür geniş bir şekilde uygulanmaya devam ediyor; Kürt partileri ne zaman siyasi anlamda güçlenmeye başlasalar kapatılıyor; Asurî (Süryani) ve diğer Hıristiyan kuruluşları, sürekli olarak devlet tarafından mülklerinin ellerinden alınabileceği düşüncesiyle tedirgin ediliyor. Bu meselelerle ilgili olarak ancak AB ülkeleri gibi Türkiye nezdinde önem taşıyan ülkeler girişimde bulunduğunda gerçekten bir iyileştirme yapılabiliyor.
Örneğin bugüne kadar Seyfo meselesiyle ilgili olarak Türk hükümeti tarafından hiçbir şey yapılmadı. Çünkü bu da Türklüğe yönelik bir tehdit ve aşağılama olarak görülüyor ve dolayısıyla kanunlara aykırı kabul ediliyor. Bu yüzden önemli bir ticaret ortağı olarak İsveç’in bu konuda bir adım atması, meseleyi bir soykırım olarak tanıması, Türkiye’deki azınlıkların durumlarının sürdürülebilir olmadığını ifade etmesi ve Türk hükümetine, fikirlerini özgürce açıklamak isteyen insanlara yönelik ayrımcılık yapan kanunları kaldırmasını istediğini söylemesi çok önemli. Demokratikleşme sadece kağıt üzerinde değişiklik yapmak değil, aynı zamanda pratikte de yaşanan bir olgu olmalı.
Peki, bu tanıma, genel olarak bütün Türklere yapılmış bir saldırı mı? Ya da soykırımın tanınması için evet oyu kullanan milletvekilleri, bugün yaşayan Türklerin de katil olduklarını mı iddia ediyorlar? Tabii ki hayır. 1915’te yaşayan Türkler ve Kürtlerin bugün çok azı hayatta ve büyük bir ihtimalle de bunların çok azı soykırımda aktif rol almış kişiler. Ayrıca o dönemde Hıristiyanlara soykırımdan kurtulabilmeleri için yardım eden birçok Türk ve Kürt aile de vardı. Soykırımı tanıma kararı sadece, yaşananın bir soykırım olduğunu gizlemeye ve inkar etmeye çalışan Türk hükümetine karşı verilmiş bir işaret. Bugün, ülkelerin kendi tarihleriyle yüzleşmelerini sağlamak, barış içinde bir uluslararası toplum isteyen her ülkenin sorumluluğu -bu tarihler ne kadar rahatsızlık verici olursa olsun.
*Seyfo, Süryanice Kılıç Yılı anlamına gelmekte olup, Süryaniler tarafından 1915’te yaşadıkları ve soykırım olduğunu iddia ettikleri olaylar için kullanılmaktadır.
Tavsiye Et
İsveç Basını
Çeviri: Feyzullah Yılmaz
İsveç Parlamentosu (11 Mart’ta yapılan oylamada), Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilere, Süryanilere, Asurilere, Keldanilere ve Pontus Rumlarına karşı 1915’te bir soykırım işlendiğini bir oy farkla kabul etti. Bugün bu olayın soykırım olmadığını düşünen çok az kişi var; yine de bu konuda Parlamento’nun bir karar almış olması büyük bir talihsizlik.Öncelikle İsveç milletvekillerinin tarih yargıçları gibi davranmaları saçmalık. Bilimsel araştırmanın kendisini nereye adayacağını hükümet önergelerinde gösteren tarih ahlakçılığı endişe verici. Çünkü bu şekilde tarih, günümüz için siyasal bir silaha dönüştürülüyor. Ayrıca karar, Türkiye ile Ermenistan arasındaki yakınlaşma sürecini de zorlaştırabilir.
Aslında Sosyal Demokratlar son ana kadar konuya ilişkin sağduyulu bir yaklaşıma sahiptiler. Fakat parti yönetimi, kendi kongrelerinde aldıkları bir yenilginin ardından bu duruşlarını değiştirmeye zorlandı. Bu yeni duruşa kendilerini sıkı bir şekilde adayan milletvekilleri hakkında aslında söylenecek pek fazla şey yok. Diğer taraftan bu problemli bakış açısı için kavgayı devam ettirmek de son derece aptalca görünüyor. Örneğin, Sosyal Demokrat Parti’nin Parlamento Grup Başkanı Sven-Erik Österberg, soykırım kararını eleştirdiği gerekçesiyle Başbakan Fredrik Reinfeldt’i Parlamento’nun Anayasa Komisyonu’na rapor etmeyi düşünüyor. Sosyal Demokrat Parti Genel Başkanı Mona Sahlin ise İsveç Parlamentosu’nun ülkenin en yüksek karar organı olduğunu ve bu olayın, Anayasa Komisyonu’nda yargılanmasının ilginç bir durum oluşturacağını düşünüyor.
Bununla birlikte hem Başbakan Reinfeldt hem de Dışişleri Bakanı Carl Bildt, Parlamento’nun kararına yönelik eleştirilerini açıkça ortaya koydular. Hatta Reinfeldt ile Bildt’in bu noktada tercih ettikleri bazı kelimeler, haddini aşma olarak değerlendirilebilirse dahi ilkesel olarak doğru. Sonuçta dış politikayı yürüten Parlamento değil Hükümet. Bunu tabii ki Österberg de Sahlin de biliyor; ancak iki isim de buradan siyasi bir kazanç elde etmek istiyor. Ancak bunu nasıl yapabileceklerini tam olarak bilemiyorlar. Nitekim İsveçli seçmenler için Osmanlı Devleti’nin yaklaşık yüz yıl önce yaptıklarını yargılamaktan çok daha önemli ve aciliyet gerektiren meseleler var.
Avrupa’da İslamofobi’nin yaygın olduğu bir dönemde, İsveç Parlamentosu’nun bu kararı farklı bir boyut kazanabilir. Örneğin, İsveç’in önceki İstanbul Başkonsolosu Ingmar Karlsson, bu konuda çifte standartlara dikkat çekmeye çalışıyor. Fransa’nın sömürgesi olduğu dönemde Cezayir’de yaklaşık üç milyon Arap ve Berberinin öldürüldüğü biliniyor. Peki, İsveç Parlamentosu bunun hakkında da yorum yapmalı mıdır? Yoksa soykırım kararı, sadece Müslümanlar Hıristiyanlara karşı bir saldırı gerçekleştirdiği zaman mı alınabilen bir karardır?
Österberg, Reinfeldt hakkında Anayasa Komisyonu’na vereceği dilekçeyi çöp kutusuna atmalı.
Tavsiye Et