BÜTÜN dinlerde olduğu gibi İslam’da da bir kurban ibadeti var mıdır? Yoksa İslam’daki kurban ibadeti, İslam’ı diğer dinlerden tefrik eden bir özelliğiyle mi neşet etmektedir? Bu sorular basitçe İslam’da kurban ibadetinin niteliğiyle değil de, bilimsel bir sorgulama biçimi olarak teolojinin, dinler tarihinin ya da dinle ilgili bilgi üretme pratiklerinin Avrupa-merkezci, tarihsel ilkselliği dolayısıyla zaman zaman Yahudiliğe atıf yapsa da gerçekte Hıristiyanlığı temele alan ve dünyayı oradan gözleyen algılama biçimi ile ilgili sorulardır.
İslam’daki kurban ibadeti diğer dinlerden tamamıyla farklıdır. Nasıl farklıdır? Burada ilksel dinler olarak adlandırılan inanış biçimlerine değinmeden kurban ibadetinin miladını oluşturan İbrahimî dinlere bakmak yeterlidir. İbrahim’in oğlunu kurban etmesinden bahsedilse de ne Hıristiyanlıkta ne de Yahudilikte böyle bir eylemin kurumsal bir ibadet olması söz konusudur. Korban kelimesi dinî metinlerde geçse ve tarihsel olarak kurban ibadetine rastlanmış olsa da bu örnekler genelde hayvanların ya da ürünlerin yakılması (holokost) şeklinde olmuştur ve günümüze kadar gelmemiştir. Yakılma, bir şeyden neşet edecek herhangi bir istimalin yok edilmesi, kullanım değerinin daha üst bir metafizik değer için “kurban edilmesi”dir.
Hıristiyanlık kurban meselesini, Tanrı’nın oğlunu ümmet için kurban ettirip “mutlak bir kurban” anlayışına ulaşarak çözmüştü. Hıristiyanlıkta “Tanrı’nın kuzusu”, Hamursuz Bayramı’nda Tanrı’ya kurban edildiği için kurban eylemi hitama ermiştir. Eğer kurban bir yaklaştırma ibadeti ise, Tanrı’ya oğlundan daha yakın kimse olamayacağı için zaten bu “mutlak kurban” anlayışı başka türedi biçimlerini daha başlangıcından iptal eder.
Madem Batı geleneğinin aşina olduğu bu iki gelenekte de yaşayan bir kurban ibadeti yok, peki nasıl oluyor da kurban meselesi Batı literatüründe bu kadar yer bulabiliyor kendisine? İşte meselenin nirengi noktası burasıdır. Batı’da ‘din’ denilen bir pratiğin evrensel olarak tanımlanmasını, önce kavramsal olarak üretilmesi ve bu kavramın sınırlarının Batı tarihi temele alınarak belirlenmesi, sonra da bilimsel bir nesneye dönüştürülmesi izler. Teolojinin din denilen evrensel antropolojik nesnesini yaratması sürecinde ortaya çıkan kurban meselesi, Batı’nın kendisinde olmayan kurban ibadetini başka toplumlarda görmesiyle başlar. Burjuva öznenin hayatın her alanında hakimiyetini kurması, hayatı bir tekno-bilgi ve tüketim nesnesine indirgemesi mutlak kurban anlayışının her yana sirayet etmesiyle alakalıdır. Bunu, Batı dışı toplumlardaki satılamayacak, buharlaşamayacak her ne var ise onların ‘başkalaşması’nı ve ‘sapkınlaşması’nı disipline eden antropolojik bir merak ve nesnelleştirme takip etti. Bu antropolojik merak, ‘başka’yı kendi diline mutlak bir ‘çeviri’ ile indirgerken, Batı toplumunun bu mutlaklığa direnmeye çalışan muhalif üyeleri de bu antropolojik merakı romantize ederek kaybettikleri değerleri ‘başkası’na projeksiyonla tersinden yeniden ürettiler (asil köle örneği).
Buradan hareketle kurbanın farklı dinlerde değişik anlaşılma biçimleri vardır. Batı dillerinde kurban yani sacre, kutsallaştırma anlamına gelir ve kutsal ile profan arasındaki ilişkinin tanziminde bir aracıdır. Batı’nın kurban anlayışı Tanrı’nın kurbana ihtiyacı olması, kurbanın Tanrı ile pazarlık nesnesi olması, kurban kanının kutsallık içermesi, kurbanın “günah keçisi olması” şekillerde kendini gösterir. Bu açıdan aslında, Freud’un, Durkheim’ın, Mauss’un ya da Bataille’ın “katı olan her şeyin buharlaşmadığı” bir toplumla karşılaştıklarında içine düştükleri hayretin ve bunu kendi dillerine çevirme gayretinin bir ürünüdür kurban literatürü.
İslam’ın kurban geleneği ise, dünyanın yaşayan tek kurumsal kurban geleneği olarak, aslında son derece basit ve orta yolcu bir çıkış öneriyor. Öncelikle kurban üzerine kısaca düşünelim. Kurban farz değil; bazılarına göre vacip, bazılarına göre sünnet. K-r-b kökü gereği de yakınlaştırma anlamı taşıyor. Kurban basit ve sıradan bir hadise ya da “kan akıtma” değil, Tanrı’ya yakınlaştıran edimsel bir eylemdir. Nesnesi olan şeyi basit bir şey olmaktan çıkarıp, onu temizleyen ve onu yakınlaştırmaya hizmet eden bir vasat haline getiren bir ibadettir. Buna isterseniz sırat köprüsünde bir vasıta olarak kişiyi yaratıcıya yakınlaştıran kurban hikâyelerini de ekleyebilirsiniz.
İslam’da kurbanın, “mutlak kurban” olmaması üzerine düşünmek gerekir. Kurban üzerine bütün büyük düşünüşlerde hep insanın eşsiz varoluşu ile Tanrısal hakikat arasındaki ontolojik deneyimin biricikliğine vurgu yapılır. Oysa İslam’daki kurban ibadeti bundan çok daha fazlasına sahiptir. Başka ibadet biçimleri sayesinde yaratıcı ile arasındaki daha mahrem ilişkileri sürdüren kul için kurban hiç de öyle çok metafizik ve derin anlamlarla yüklü, ulaşılamaz ideallikte bir ibadet değildir. Tam tersine son derece sosyal ve toplum kurucu özelliği vardır kurbanın. İslam’da kurban, bayramın farz olmayan bir toplu namazla başlamasından, kurbanın çok ortaklı olarak kesilebilmesine imkan tanıyan özel şartlarına kadar hep bu cemaat olma ruhuna gönderme yapar. Buna kurbanın yakılmasını ya da yok edilmesini değil de, paylaştırılmasını ve dağıtılmasını düzenleyen şartları da eklersek bu özellik daha da belirginleşir. Neticede ‘gerçekten’ böyle şartların olup olmamasından öte, toplumda bunun böyle anlaşılıp uygulanması daha önemlidir. Özetle ‘kurban’ paylaşılmalıdır. Eylemin özü budur aslında. Hem de sadece bildiklere değil; evlâd ü ıyale, konu komşuya, hısım akrabaya ve dahi fakir fukaraya… Aslında İslam’daki kurban anlayışını diğerlerinden ayıran bir özellik varsa, o da bu paylaşma ve istimal olmalı.
İster yakmayla ister Tanrı’nın kuzusunun kurban edilmesiyle ortaya çıksın, “kurbanın mutlaklığı”, kurbandan ‘fayda’ üretmeme üzerine dayalı bir saflık arayışını özler. Kurbanın sahihliğini toplum kurarken fayda üretmemesine bağlar. Oysa İslam’da konu son derece basittir. Kurban ibadettir, paylaşmadır, yeme içmedir, cemaat olmadır. Bir cemaat üretme işlevi kurbanın mutlak istimal değerinin yok edilmesini değil, paylaşma dolayımıyla artmasını ister. Kurban paylaşılmalıdır ki kurban olsun. Yani kurbanın yanmasından değil paylaşılmasından ışır cemaat. Kurban etinin beraberce yenmesi, ilk kavurmanın yapılması, ibadeti zedeleyen bir kabalık değil tam tersine ibadeti tamamına erdiren bir eylemdir. Kutsal ve profan arasındaki bir gidiş gelişten değil, kutsal ve profanın mutlak ayrılışından değil, sacre’den yani kutsallaştırmadan değil, böyle bir ayrımın olmamasından dolayı farklı bir düzeyde çalışmasından kaynaklanır İslam’da kurbanın özelliği. Ne kurban edilen hayvan, kurban edilmeden önceki ahlakî bir duruşa konu olmayan dünyevi/profan varlıklar arasında süfli bir varlıktır, ne de kurban olduktan sonra eti yenilemez bir şekilde tabulaşan tanrısal bir varlığa dönüşür. Kurban İslam’ın basitliğinin sembolüdür; paylaşmanın ama israf etmemenin, toplumsallaşmanın, cemaat, toplum, ümmet ya da millet olmanın sembolü. Zaten ilk kurban da zürriyetinden olduğumuz Adem’in çocuklarıyla başlayıp, milletinden olduğumuz İbrahim’le yerleşmedi mi?
Paylaş
Tavsiye Et