İNSAN, biteviye bir şeyin arayışı içindedir. Bu bir şey, aynı zamanda insan mahiyetinin bir hülasasıdır. İnsan nedir, kimdir? Arayışı neyedir? İnsan en çok, “eşref-i mahlûkat”, ‘zübde-i âlem’ ‘hülasa-i mevcudat’ ve “âlem-i sagir” olarak nitelenir. “İnsan eşref-i mahlûkattır” ifadesi, insanın mahiyetine ilişkin en temel, en anlamlı ve en belirleyici nitelemedir. Bu keyfiyet, onu diğer bütün mahlûkattan ayırt ediyor aynı zamanda. “İnsan zübde-i âlemdir” ifadesi, insanın biricikliğini bildiriyor. Bu ifade, insanın kâinatın en merkezinde yer alışı ve yine kâinatın en değerli varlığı oluşu ile ilgilidir en çok. İnsan canlı cansız yaratılan bütün varlıkların bir hülasası olduğu için “hülasa-i mevcudat” olarak kabul edilir. Bütün yaratılmışlardan bir pay taşır insan ve bundan dolayı da küçük âlemdir. Hakeza ondan, hazret-i insan ve enfes-i mahlûkat olarak da bahsediyoruz. Bütün bu keyfiyet, vasıf ve nitelemeler, kadimden bu yana söylenegelen, insanın iyiyi, doğruyu ve güzeli bulma arayışı ile uygunluk içindedir. İnsan bu arayışın sonucunda ne bulmayı umuyor? Her şeyi kuşatan bilgiyi mi? Talihi mi? Gücü mü? Mutluluğu mu? Benliği mi? Ruh ikizini mi? Muhayyileyi mi? Rüyayı mı? Belki hepsini arıyor, belki de hiçbirini. Bir filozof ile bir şairin zihninde geçen muhavere, bu arayışın sonucunda insanın ne ile karşılaşabileceğini gösteriyor. Sonuçta filozof olması gerekeni, şair de görmek istediğini işaret eder:
Filozof: Yolcu nereye gidiyorsun? Dur! Çünkü bu yerde âlemi sorguya çekmek için duran ve sonra kendine dönmek isteyen benden daha çok ne bileceksin? Neyi aramaya gidiyorsun? Olduğundan başka ne olabilirsin? Ve her yerde aynı değil misin?
Şair: Değişiyorum!
Filozof: Fakat asla aynı olmayınca nasıl kendini bulur ve ‘ben’ diyebilirsin?
Şair: Ben değişenim!
Filozof: Daima değişerek sonunda ne bulacaksın?
Şair: Hayatımı!
Filozof: Bu, sana yetecek mi?
Şair: Dünyayı, bir hayatın dünyasını, tanıyabileceğimiz biricik şeyi tanımış olacağım. Her hayat onda olduğu gibi o da bir hayatın içindedir. Bundan çok ne öğrenebilirsin?
Filozof ‘ben’e, şair dünyaya işaret ediyor. Küçük âlem (âlem-i sağir) olarak kabul edilen insanın/‘ben’in dünya ile karşılaşmasına ve onunla kurduğu ilişkiye hayat diyoruz. Şerefli, kâmil, nefis varlık olarak nitelenen insanın, aynı zamanda zalim, cahil, kan dökücü, sabırsız, huysuz, sefil, güçsüz ve zayıf bir varlık olduğunu dünya ile karşılaşma anından ve girilen ilişki biçiminden anlıyoruz. Dünya ile karşılaştığından beri insan, vicdanen müsterih değil. Modern dönemde huzursuz ve kaygılı hâli de ziyadesiyle arttı. Bu huzursuzluğunu ve kaygısını aslında gidermek istiyor. Fakat bundan hem emin değil, hem de acziyeti ve sınırlılığı buna engel teşkil ediyor. Özellikle 20. yüzyıldaki birçok büyük düşünürün çıldırı anaforlarında gezinmesi veya ıstırap dehlizlerinde kaybolmasının sebebi budur. Bilinmesi gereken şey, bütün iyi hususiyetlerinin yanı sıra, insan esas itibariyle eksik bir varlıktır. Ama bu eksiklik hâli ile insan, aynı zamanda diğer bütün mahlûkattan da ayrılıyor. İnsanın gücü de, zaafı da, hırsı da, hiddeti de, hilmi de, tamahı da, kini de, sevgisi de bu eksiklikte aranmalı. Bu eksiklik hâli, insanın en temelde bir kul olduğu gerçeği ile ilgilidir. Bu eksiklik hâli insan için sırdır bir manada. Göklere, yere ve dağlara teklif edilen fakat onların yüklenmek istemediği, imtina ettiği emaneti neden insan yüklendi? Allahu âlem. Bildiğimiz şey, insanın bu yükün altına cehaletinden ve zalimliğinden girmiş olduğudur. İnsan yüklendiği bu emanetin akıbetinin künhüne varamadı. Künhüne varamadığı için, göklerin, yerin ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, edası zor, mesuliyeti büyük ve korkunç yükü insan kendi zayıf omuzlarına aldı. İnsanın hırsı, aceleciliği ve sabırsızlığı; insan aklının, dimağının ve vicdanının önüne geçtiği için, birçok şeyi anlayamıyor. Anlamak bir süreç gerektiriyor çünkü.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin Asr-ı Hamîdî’de Âlem-i İslâm ve Senûsîler kitabında Kuzey Afrika’daki devecilerle ilgili bahsettiği hikaye ilgi çekicidir: Trablus’tan Fizan’a gidecek bir yolcu bir deveyi, deveci ile birlikte 140 kuruşa kiralar ve seyahat 30-40 gün devam eder. Bir deveci için böyle bir iş ancak senede bir kere denk gelir. Deveci yol boyunca devenin arkasında yürür, seyyahın ateşini yakar, yemeğini yapar, suyunu getirir. 5-6 günden sonra dehşetli çöller başlar. 70 dereceyi bulan hararet, seyyahı canından bîzar eder: “Yorgun gözlerini kemal-i acz ile ufka çevirir. Gözü okşayacak, ruha sabır ve metanet verecek bir şey arar: Hiç… Seyyahın kalbini tahammülsüz bir tazyik hırpalamaya başlar. Manasız bir yeis, idrakini kaplar. Bîçâre hayvanın adımları seyrekleşir ve gözlerinde beliren bıkkınlıkla karışık teslimiyet insan kalbini rikkate getirecek hâldedir.
Seyyâh bîtab ve me’yus, deve mağlub ve bîkudret…
İşte o sırada bir sadâ, kulakları yırtan bir ses işitilir. Çölün makberâne sükûtunu ihlal eder. Bu ses, değneği elinde, abası zavallı sırtında, devenin arkasında yürüyen devecinin sesidir. Bu nedir? Bu bildiğimiz makamların hiçbirine dahil edilemez bir inleyiştir.
Güya deveci, bir lokma ekmek için dûçar olduğu mihnet ve meşakkati kendine nâzır olduğuna imanı bulunan Rabb-ı Rahim’e arz eder. Bu inleyiş bir şikayettir… Güya deveci bir an için mağlup, yorgun ve bitkin olarak vicdanının infiallerini izhar eder… Deve, sahibinin sözlerini anlar! Mübarek hayvan bu vâdi-i veylde, bu azabgâhta yalnız olmadığını, sahibinin de aynı meşakkatlere maruz olduğunu pek güzel anlar. Mana maddeye, ruh cesede galebe gelir. Ümit ye’se, hayat memâta galebe eder.”
Beşerî ihtiyaçlar ya da zorluklar insanın ufkunu, hâlini etkiler. İnsan biraz da ihtiyaçlarının çocuğudur. Eksikliğini hissettiği şeyin peşine düşer. İnsan bu eksiklik hissi ve acelecilikle, giriştiği her ameliyenin müspet bir neticeye ulaşmasını bekler. Başarısızlık karşısında insan, beyhude bir çaba içinde olduğu vehmine kapılır. Hak duygusu incinir. Sorular sorar, cevap bulamaz, huzursuz olur. Zira hak duygusu insan vicdanının en derinlerinde saklıdır. Devecinin ıstırar etmesi, bir yerlere iltica etmesi bundandır.
İnsanın eksiklik hâli statü farkı gözetmez. Zenginlik ya da mevki bu hâli izale edemez. Şair ve filozofun arayışı ile seyyahın yeisi, devecinin inleyişi arasında çok ince ve anlamlı bir bağ var; hakeza, Nietzche’nin haykırışı, Althusser’in cinneti, Camus’nun başkaldırısı, M. Akif’in yakarışı, Tanpınar’ın huzursuzluğu ve Haşim’in mutmainsizliği arasında da… O bağ işte insanın eksiklik hâlidir. Hepsinin yaşadığı ortak problem sahte, fani hayata nasıl tahammül edileceğidir. Deveci gibi sıradan bir Müslüman bireyin teslimiyet ve tevekkülü insanın bu eksiklik hâlini izale ediyor. Entelektüellerin arayışı ne ile sonuçlanmıştır dersiniz?
Paylaş
Tavsiye Et