İNSAN eylemi, Ahmet Cevdet Paşa’nın deyişiyle, üçlü bir yapı gösterir: Eylemeyi bilmek (ilim), eylemeyi istemek (irade) ve eyleyebilmek (kudret). Eylem bu üç unsurun cisimleşmesidir, tezahürüdür; öyle ki, bir kez vuku bulduktan sonra eylem, kendisini oluşturan unsurlardan hiçbirisine, tek başına geri götürülemeyecek derecede yeni bir olgudur. Bilginin, iradenin ve kudretin harmanıyla karmaşık bir örgü oluşturan insan eyleminin en önemli özelliği, bir maksadı, amacı içermesi, kısaca bir anlam-değer yumağı oluşturmasıdır. Bu nedenledir ki insan eylemi, yalnızca duyu içeriği ile düşünce suretinin birlikteliğinden elde edilen dış-dünyanın bilgisindeki yöntemlerle kavranamaz. Çünkü eylemin muhtevası yalnızca düşüncenin değil aynı zamanda duygunun da verileriyle doludur. Bir anlam-değerin cisimleşmesi olarak eylem, bu nedenlerle, tahlil edilirken özündeki niyetin, amacın, maksadın nihaî tespitine kadar biteviye çözümlenemez, açıklanamaz. Yine bu nedenledir ki, insanlar arası ilişkide bir insanın diğer bir insanı, duygu değişkenini dışarıda bırakarak, duyu-düşünce birlikteliğinden oluşan bir makine gibi algılayarak açıklamaya çalışması, insan olmalığı sakatlar. Değil iki insan arasındaki ilişkide, bir insanın bile kendisini bilmesinden değil, tanımasından söz edilir. Çünkü anlam-değer; anlaşılır, yürüyen bir anlam olarak insan bilinmez, tanınır. İnsanlar arası ilişkide sıkça “Sen beni anlamıyorsun” ya da “Seni iyi tanıyamamışım” biçimindeki deyişlerimizin derin nedeni, parçalardan müteşekkil makineden değil anlam-değer yumağı insandan bahsediyor olmamızdır.
Kudema hikmeti tanımlarken, “beşeriyetin sınırları içerisinde var-olanları, oldukları gibi bilmektir” der ve ekler: “Var-olanlar varlıklarını ya insanın iradesine, dolayısıyla kudretine bağlı eylemleri neticesinde elde ederler; ya da insanın iradesine, dolayısıyla kudretine bağlı olmaksızın kendi başlarına, doğal olarak… Birincisi hayattır; bu nedenle hayatı, yani insanî eylemi inceleyen hikmet, amelî hikmettir. Eylem de ya bireysel/ferdî ya toplumsal/cemaî ya da siyasî/medenî olarak üç farklı biçimde tezahür eder. Ancak her üç tezahürde de içerik insanî bilinçle doludur; bu nedenle ister bireysel ister toplumsal isterse siyasî seviyede olsun insanî eylem niyetin, amacın, maksadın cisimleştiği bir anlam-değer yumağıdır. Süleymaniye Külliyesi, insanî eylemin bir cisimleşmesi olarak, kendi içerisinde onu eyleyen insanların bütün niyetlerini, amaçlarını taşır; açıktır ki, onu var-kılan bizatihi onu eyleyen insanların niyetleridir. Süleymaniye Külliyesi’ne bakıldığında ona varlığını veren bilgiyi, iradeyi ve kudreti görmek mümkündür. Bu nedenle Süleymaniye’nin yapısal açıklamasını ayrıntılı bir biçimde vermek, matematik analizini yapmak, mimarî açıdan özelliklerini sıralamak, kısaca ölçüme konu arazlarını çözümlemek bütününü vermez, veremez.
Mana, anlam-değer, maneviyat, vicdaniyat, adı her ne olursa olsun, kısaca insan saf adedî veya hendesî ölçüye vurulabilir bir yapı değil, tersine yaşayan-canlı bir örüntüdür. Bu nedenledir ki, insanı bir makine gibi gören, akabinde toplumu kimyevî bir alaşım gibi tasavvur ederek üzerinde hendesî işlemler gerçekleştirebileceğini varsayan toplumbilim/sosyoloji geleneği taklitçilerinin, toplum mühendisliği adı altında anlam-değer dünyasını, -en hafif deyişle- dikkate almaksızın insan üzerinde operasyon yapmaya kalkışmaları, anlamaya değil açıklamaya çalışmaları, -yine en hafif tabirle- insan onurunu zedelemek demektir. Hem modern kimyanın hem de bu kimyayı toplum çalışmalarında kendisine örnek alan sosyolojinin Fransız toplumunda ortaya çıkması tarihî bir tesadüf değildir. Modern bilimsel zihniyet, Evreni anlamdan, büyüden ve ara-varlıklardan arındırma sürecini, giderayak bireye, topluma ve siyasete de taşımış; böylece insanı da mekanik-deneysel-matematiksel yeni doğa felsefesinin bilme yöntemine mahkûm etmiştir.
Şimdi şu soruyu soralım: Süleymaniye Külliyesi’nin bütünlüğü nasıl idrak edilebilir? Denildiği üzere, insanî eylemin cisimleşmesi olarak Süleymaniye kendisini var eden insanların niyetlerini, maksatlarını, amaçlarını içermektedir. Ancak bu anlam-değer dünyası donuktur; başka bir deyişle sessizdir, dilsizdir; konuşmaz. Bir yapı olarak Süleymaniye kendisini var-kılan anlamı kendi içerisine kilitlemekte; o anlam-değer dünyasını çevreleyerek bir arada tutmaktadır. Bir arada tutmak, hiç şüphesiz, mevcut bilinç içeriğinin taşmasını engelleyerek, yapıya birliğini veren en önemli özelliktir. Ancak bu hâliyle yapı, kendine yönelen bir kişiye nasıl konuşacak; derininde sakladığı anlamı nasıl dışa vuracaktır? Hiç şüphesiz kendisini var kılan bilgiye, iradeye ve kudrete katılarak… Bu katılma, ancak ve ancak anlamın, niyetin, amacın içerisinde sürekli aktığı tarihî bağlama dahil olmakla mümkündür. Tarihî bağlam, Süleymaniye’nin içerdiği anlamın sürekli ışıdığı, ancak o bağlama bakıldığında görülebilecek bir zemindir.
Süleymaniye örneği bireysel, toplumsal ve siyasî anlamı bir arada tutan ana çerçevenin tarih olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenledir ki, anlamı, insanı yani tarihi yalnızca duyu içeriği (belge) ve düşünce formu (teori) birlikteliği veremez. Tarih biliminde geliştirilen ve bu ilkeye dayalı kurulan teorik lisanlar, açıklayıcı özellikleriyle yalnızca betimleyicidirler; anlamazlar; çünkü anlamın taşıdığı duygu durumlarını göz ardı ederler; tanımazlar çünkü muhatap olmaz, yalnızca ölçerler. Anlam-değer, insanın niyeti ve amacı, ancak ve ancak muhatap alındığında, kendisine hitap edildiğinde, kendisiyle konuşulduğunda, kendisiyle bir diyaloğa girildiğinde dile gelir. Dile gelen yorumlanır; kasd-i mütekellim tespit edilir. Kasd-i mütekellim de o eylemde tecessüm eden anlam-değeri verir. Bu nedenle Süleymaniye Külliyesi, kendisiyle muhatap olunmaksızın, yalnızca ölçmeyle anlaşılamaz, tanınamaz. Hitap belirli bir mekân-zamanda yapılmış, tarihî bir konuşmadır. Bu tarihî bağlam bilinmeden de Süleymaniye’yle muhatap olunamaz.
Mekanik-deneysel-matematiksel yeni doğa felsefesinin Evreni anlamdan, büyüden ve ara-varlıklardan arındırma sürecinin, birey, toplum ve siyaset düzlemindeki karşılığı tarihsizleştirmedir. Tarihsizleştirme, anlamsızlaştırmadır. Tarihsizleşen insan, atomik, hatta monadik bir yapıya dönüşür. Böyle bir insan ve bu insanlardan kurulu toplum ve siyaset üzerinde mekanik-deneysel-matematiksel müdahaleler yapmak mümkündür: Toplum mühendisliği. Bu müdahalelerin insanların canını acıtacağı varsayılmaz; çünkü makinenin canı, nefsi yoktur. Bir milletin canı, nefsi ve ruhu onun tarihi olduğuna göre, bir milleti anlamsızlaştırmak da, o milletin tarihteki eylemini, eylemlerini anlam-değerden arındırmak demektir. 1876’da Rus Generali Michail Grigor Cernayev’in “Demek ki yalnızca Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım” derken kastettiği buydu. Tekrar pahasına, bilginin, iradenin ve kudretin, dolayısıyla aklın cisimleştiği eylem, yani tarih bir milleti var-kılar. Çılgınların yaptığı tarihe gelince, yalnızca Avrupa Birliği’ne girmeye yarar. Kemalpaşaoğlu’nun dediği gibi:
Her kim tabında ola delalet eseri / Istilah-i ulum ile Müslüman olmaz
Ki kara taşı kızıl kan ile rengin etsek / Taba tağyir verip lal-i bedehşan olmaz
Ki tutup da eylese nalim eda-i kelimat / Sözü insan olur amma özü insan olmaz.
Paylaş
Tavsiye Et