Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Toplum
Medya plazalarının aynasında Münevver
M. Mücahit Küçükyılmaz
MAKTUL Münevver Karabulut’un bahtındaki dramatik zıtlık/gerilim belki de adından başlıyor: Nurlanmış, aydınlanmış anlamına gelen Münevver ve ardına eklenen Karabulut soyadı. Katil zanlısı Cem Garipoğlu’nun yakalanması konusunu maşeri vicdan adına(!) günbegün takip eden ve sürecin çetelesini tutan medya meşum cinayeti sürekli gündemde tuttu. Tezkereye şafak sayan asker misali, 197 gün sonra Cem’in teslim olmasıyla herkes tam da rahat bir nefes alacaktı ki, medyanın işin peşini bırakmaya hâlâ niyetli olmadığı anlaşıldı. Zira konu bereketli ve deştikçe köpürüyor, köpürdükçe müşteri tezgaha geliyor. Meşhur patronlardan birinin “Ne gazeteciliği kardeşim, biz burada dükkanı açtık, para kazanıyoruz” jargonuna denk düşen bir ortam oluşmuş durumda.
Münevver Karabulut cinayetine medyanın yaklaşımını eleştirirken, en fazla karşılaşılabilecek savunmalardan işe başlayalım. İlkin, medyanın yekpare bir bütün olmadığı, farklı siyasal ve ekonomik gruplar ile yayınlardan müteşekkil bir yapının genel adı olduğu söylenebilir. Elbette bu görüşün, hele ki demokratik kamuoyu ortamlarında haklılık payı var. Fakat bütün çeşitlilik, çoğulculuk ve çok seslilik iddialarına ve görüntüsüne rağmen, medya denilince, en muhafazakârından en marjinaline, her şeyden önce refleks haline gelmiş birtakım alışkanlıklar ve davranış biçimlerini göz ardı edemiyoruz. Bu da bize, en azından Türk medyası derken, ortak refleks ve tavırları paylaşan ve genel bir manzara sunan bir yapıdan söz etme imkanı veriyor. Örneğin, haber değeri gibi “değerli” bir kavrama yüklenen anlamın genişliği ve subjektifliği nedeniyle, çoğu zaman özel hayatın dokunulmazlığına ve insanların acılarına saygı duymak gibi en temel ahlaki kurallar kolayca ihlal edilebiliyor. Bir de dükkan/tezgah açma sembolizminde görüldüğü üzere, kâr duygusu ve müşterinin rağbeti devreye girince, yapılan işin doğruluğu konusunda bir meslekî şüphe kalmıyor.
 
Settar Sıfatı ile “Realite Fetişizmi” Arasındaki Tezat
İkinci olarak, kabaca “Biz sadece olanı aktarıyoruz” şeklinde formüle edilen, teoride medyanın toplumun aynası olduğu gerekçesinden hareket eden bir savunma ile de pek sık karşılaşmak mümkün. Yaratıcı’nın Settar sıfatına ters düşen bu “realite fetişizmi”nin, aslında hiç de insan öznelliğinden bağımsız olmadığını, hatta Gaspar Noe’nun yönettiği Irreversible filminde görüldüğü üzere, ne derece kaba ve iğrenç bir şova dönüşebileceğini yakinen biliyoruz. Bu pek pozitivist ve aydınlanmacı gerçekçilik sevgisi, insanın kendi gerçekliğini bazen mahrem hallerde de yaşayabileceği ihtimali ile birleşince, daha çok ikiyüzlü ve karanlık bir tavrı çağrıştırır hale geliyor. Kamera objektiftir elbette; ama onun arkasındaki göz, tripodu konumlandıran ve herhangi bir zaman dilimini seçerek deklanşöre basan eller bir insana aittir. İş sadece bir insanın öznelliği ile kalmamakta; redaktörün, editörün, sayfa düzencisinin, yayın kurulunun subjektif kanaatleri de etkili olmaktadır.
Lise yıllarında takıldığım bir yerel gazetede asla unutamayacağım bir olay yaşamıştım. Heyecanla yayın müdürünün odasına giren bir muhabir, “Abi, Gazipaşa’da feci bir kaza oldu; üç ölü, dört-beş de yaralı var” deyince, aslında fena bir insan olmadığını bildiğim müdür, “Fotoğraf var mı?” diye sordu. Olumlu cevap alınca da, ellerini çırparak “Harika!” diye seslendi. İşte bunun adına gazetecilik/habercilik refleksi dendiğine, yıllar sonra mesleğin görsel alanlarıyla iç içe olduğum zamanlarda defalarca şahitlik ettim.
 
Dramatik Yapının Kuruluşu
Gelelim Münevver Karabulut cinayetini kamuoyu adına yüksek bir hassasiyetle takip ettiğini ve zanlının yakalanmasında aslan payının kendisine ait olduğunu savunan medyaya. Cem’i yakalatmakla, ayna tutma metaforunda olduğu gibi, yine toplumcu damarı kabaran medya, aslında üstüne vazife olmayan bir işe girişiyor. 200 küsur gündür, Uğur Dündar ile özdeşleşen zaptiye/hafiye gazeteciliğinin daha kriminal boyuta taşınmış ve kamusal adalet duygusunun tatmini gibi yüce hedeflerle perdelenmiş halini izledik. Ancak bu süreçte, Mardin’in Bilge köyünde 44 kişinin katledildiği bir saldırı ve onlarca insanın hayatını kaybettiği sel felaketleri yaşandı veya Ramazan Bayramı tatilinde 103 kişi yollarda can verdi. Buradaki maktuller bir Münevver kadar üzerine, katiller de Cem kadar peşine düşülmeyi hak etmiyor muydu?
Cevap, kamusal adalet duygusunun perdelediği dramatik gerilim unsurlarında ve bu postmodern cinayet hikayesinin görsel haber değerinde(!) yatıyor. Senaryoyu cazip hale getiren, evvela sağlam bir dramatik yapı, yani gerilim, sonra da çarpıcı bir görsellik veya filmin karakterine göre yoğun bir sembolizmdir. Meşhur fıkradır; gençten biri büyük romancının yanına gelir ve “Bir Kontesin Ölümü” başlıklı ilk romanını takdim eder. İsmi beğenmeyen romancı, genç yazara yeni bir isim bulmasını söyler ve kriterleri verir: Sınıf çatışması, cinayet, gizem, din ve cinsellik. Bir süre sonra genç, “Kontes’i Kim Öldürdü?” başlığıyla geri geldiğinde, romancı, “Sınıf çatışması, gizem ve cinayet tamam, ama din ve cinsellik yok” deyince, genç romancı kitaba şu adı koyar: “Hay Allah! Kontesi Kim İğfal Edip Öldürdü?”
 
Görsel Cinayetin Kavram Seti
Münevver’in katli, dramatik gerilim unsurlarının çoğunun şekillendiği, mutlaka müşteri bulacak bir medya öyküsü haline ge(tiri)ldi. Alabildiğine dehşetli bir görsellik içeren “kesik baş” figürünü cinayetin adı haline getiren medya, Münevver’in Bolulu mazbut ailesi ile Cem’in İstanbullu zengin ailesi arasındaki sınıfsal farklılıkta somutlaşan dramatik zıtlığı keşfetmekte gecikmedi. Cinayet öncesi Satanist ayin yapılıp maktule toplu tacizde bulunulduğuna kadar, ancak kriminal önem taşıyabilecek mahrem bilgiler fütursuzca ortalığa saçıldı. Acılı Karabulut ailesinin içinde bulunduğu olağanüstü dram koşulları, nereden türediği belli olmayan Cemil Baran gibi felaket simsarları da işin içine katılarak sonuna kadar istismar edildi. Baba Karabulut, kameralar önünde tuhaf davranışlar sergileyip ancak özel hayatında yapabileceği şekilde eşini azarlarken, ekran tacirleri durumu tasvir etmeye ve görüntü vermeye devam etti. Ardından psikolog/psikiyatrist bilmem kimleri çıkartıp kendi yarattıkları travma nesnesini bilimin laboratuvarında analiz ettirdiler. Bunlar, medyanın, işleniş biçimi itibarıyla imajinatif bir dehşet içeren cinayeti ilk haber aldığı anda el çırpıp “Harika!” nidaları attığını düşündürten bir habercilik tarzını gösteriyor.
Son olarak, her an yaşanan bunca felaket dururken, medyanın iştahının neden bu denli kabardığını açıklayabilecek başka dramatik ve sembolik öğeler bulunuyor. Villa, çarpık ilişkileri olan gizemli zengin aile, saygın suç ortakları, biri Apo’yu Kenya’dan getiren bordo berelilerden olduğu söylenen Üç Ahmetler, şovun parçası avukatlar, aşçı, şoför, bahçıvan, tek gözlü simsar, Ermenistan, Trakya’daki bağ evi, Etiler semti, gitar kutusu, çöp konteynırı, testereli katil, gizemli teğmen, kıskançlık, aşk… Daha ne olsun; böyle postmodern bir cinayet öyküsü medya plazalarına her zaman düşmez. Zaten Münevver’in üzerindeki Karabulut’u da ancak medyanın plaza camlarından topluma tuttuğu ayna tenvir eder!

Paylaş Tavsiye Et