Sancılı Demokrasi MECLİS’TE şu an muhalefette yer alan partilerin AKP’nin her dediğini reddetmekten başka bir siyaset ürettiklerini söylemek çok zor. Türkiye tarihinde muhalefet, belki ilk defa bu yoğunlukta siyasetsizlikten kaynaklanan derin bir çıkmazın içinde. Söyleyecek bir sözün kalmamış olmasının nedeni, muhalefet partilerinin sosyal-ekonomik politikalar üretememeleri, dünyadaki değişimi okuyamamaları ve bu nedenle anlayamamaları gibi daha yapısal sorunların yanı sıra bir ölçüde dünyanın dayattığı değişimin ağırlığından da kaynaklanıyor. Soğuk Savaş’ın bitişi, büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sonrası koşulları içinde belirlenen Türkiye’deki siyaset alanının kurallarını da ciddi bir krizle baş başa bıraktı. Kısır siyasi çekişmeler, kayırmacılık, ucuz halkçılık, dar hesaplar ve çıkarlar içinde heba edilen 1990’lı yıllar, İkinci Dünya Savaşı koşullarının dolaylı bir ürünü olan Türkiye’deki merkez sağ ve sol politik aktörlerin, 2002 seçimlerinde sahne dışına itilmesiyle sonuçlandı.
Çok kutuplu bir yapılanmaya doğru seyreden günümüz dünya politik ve ekonomik alanı ise, ABD’nin yeni emperyalist hegemonik projesinin özellikle uluslararası hukuk ve insan hakları konusunda bütün dünyada derin bir endişe doğuran politikalarını hazmetme sorunlarıyla birlikte yeniden örgütleniyor. Sürecin iktisat rejimi neo-liberalizmle, politik rejimi ise demokratik kültürün koyu muhafazakâr yorumlarıyla belirleniyor. Bu süreçte AB ve ABD’de muhafazakâr şahinlerin Batı’da artan işsizlik, politik ayrımcılık ve milliyetçi dalganın yükselişine verdikleri yeni-muhafazakâr tepkiler, dünyanın geri kalan kısmındaki ülkelerde Batılılaşma sureti altındaki politikalara karşı yeni bir tepkinin ve bilincin yolunu açan gelişmeleri de tetikliyor. Türkiye bu sürece AB ile üyelik müzakereleri nedeniyle Batı dünyasına göre daha soğukkanlı bir tepki verse de bu kontrollü ilişkinin bu biçimde daha ne kadar sürdürülebileceği meçhul.
Batı’daki değişik politik hareketlerle farklı ittifaklar içerisinde bulunan Türkiye’nin sağ ve sol partileri, geçtiğimiz yirmi yıllık süreçte cumhuriyetin statükocu yorumundan güç alan sembolik sermayelerini büyük bir hızla kaybettiler ve ahlaki açından kelimenin tam anlamıyla eridiler. Bu bakımdan Türkiye’deki politik yelpazenin yaklaşık elli yılına hükmeden sağ ve sol politik hareketler, söylemde ve faaliyette sorunlu bir mirasın ağırlığı altında kan kaybetmeye devam ediyor. Buna mukabil Türkiye’deki sosyal bileşenler, dünyadaki yeniden yapılanmayı kavrayıp buna uygun bir cevap vermenin arayışındaki yeni bir toplumun doğuşuna doğru gidiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine verilen ölçüsüz tepkiler, Türkiye’deki bürokratik tahakkümden başka medet umacağı hiçbir ağırlığı kalmamış olan statükonun ve onun jakoben diskurunun toplumsal, ahlaki ve siyasal açıdan neredeyse bütün tabanını yitirmesine yol açtı. Tandoğan mitinginde yeni bir diriliş umanların görmediği şey, mitinge damgasını vuran völkisch (halkperest) söylemin bir semptom olmaktan başka bir içeriğinin olmaması -ki bu içeriksizlik melankolik bir nostaljinin özneleri olarak bu yeni muhalefete ikircikli bir konum bahşediyor. Ulusalcılık ideolojisi gibi ne olduğu belli olmayan bu nostaljik melankoli ve dışlama söylemi, Türkiye’deki sağ ve sol hareketler içinde birbirlerine karşı siyaset yapmış olan birçok eski aktörü aynı çatı altında topluyor. Bu buluşma, aktörlerin bizzat geçmişteki konumlarını da tartışmalı hale getiren ve tarihin kendisini bile tehdit altına sokan bir mahiyete sahip.
Çok kutuplu dünyanın ortaya çıkış koşullarına ve yeni paylaşım mücadelelerine ağır bir biçimde miyop kalmış bu hareketlerin öteledikleri ve 2001 ekonomik krizi sonrası hantal bir şantiyeye dönmüş ekonominin sorunlarını çözmek ise Türkiye’de doğan yeni toplumsal hareketin siyasi temsili olan AKP’ye kaldı. AKP öncesinde kurulan “milliyetçi cephe hükümeti”, hazinenin içini boşaltan banka batıkları ve kutuplaştırıcı uygulamalarıyla toplumu tarihinde belki hiç olmadığı kadar takatsiz bıraktı. Bu açıdan AKP’nin siyaset sahnesinde oynadığı rol, hem İkinci Dünya Savaşı sonrası koşulların geçerliliğini yitirmesiyle ortaya çıkan yeni problemleri tanımlayabilmek, hem de bürokratik baskı mekanizmasının ve onun sosyal uzantılarının felç ettiği toplumu ve siyaseti ayağa kaldırabilmek için Türkiye’deki tek güçlü sosyolojik dinamiği temsil eden bir hareketin siyasi icrası olarak da okunabilir. Bu icranın başarı düzeyi tartışmaya açık bir konu olsa bile, mevcut toplumsal ve siyasal birikimi ve Türkiye’deki kurumlar arası dengeler nedeniyle AKP’nin birinci dönemi, 1990’larda ötelenen ve artık kangrene dönüşmek üzere olan sorunları çözmek için bir mukaddime kabul edilebilir. Fakat sürecin asıl yeni başladığı ve hareketin başarısının imkan bulabilirse ikinci dönemde test edileceği de bir gerçek. Bu açıdan cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’nin aday gösterdiği Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, eğer seçilirse, izleyeceği tutumlar ve uygulayacağı politikalarla, demokratik katılımın önünü açarak Türkiye’nin demokrasi kültürünün geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Hatta toplumsal dinamiklerin dışında meşruiyet arayan kesimlerin bile daha demokratik, sahih ve anlamlı bir çizgiye gelmeleri açısından fırsat kapıları açabilir.
Özgürlüğün Yolları
Turgut Özal’dan sonra “sözde değil özde sivil” olan ikinci cumhurbaşkanı muhtemelen Abdullah Gül olacak. Demirel ve Sezer’in Bonapartist geleneği tevarüs etmeleri, Özal’ın yürüttüğü siyasi sivilleşme sürecini sekteye uğratmıştı. Bu açıdan cumhurbaşkanlığı, Özal dönemi hariç, darbelerin yarattığı tahribatları izale etmek için gerekli misyona bir türlü sahip olamadı. Normal şartlar altında, kırk yıl içinde ikisi ağır, ikisi orta şiddette dört askerî darbenin yaşandığı bir ülkenin, ruh sağlığına kavuşabilmesi için birkaç kuşaklık bir rehabilitasyona ihtiyaç duyacağını ortalama bir bakışa sahip herkes görebilir. Niklas Luhmann’ın değerli tespitine başvurursak, bir toplumda siyaset alanına silahlı zor araçlarıyla girmek ve onu tasfiye etmek, toplumu manevi olarak yok edecek sonuçlara neden olabileceği gibi toplumun başka alanlarında da uzun dönemli ve geri dönüşü olmayan yıkımlara yol açabilir. Türkiye’de yaşanan darbe süreçleri de bu satırları yazanın inancına göre, toplumun ahlaki ve bilişsel gelişimini kökten sakatlamıştır. Kendilerini özgür bireyler olarak hissetmeyen, ruhsal ve siyasi olarak engellenmiş bir yurttaşlar topluluğuna sahip Türkiye’nin dünyada saygı duyulan entelektüel, sosyal ve ekonomik zenginliklere kavuşabilmesi için öncelikle bu engelli ruhsal ve toplumsal durumunun kapsamlı bir rehabilitasyonuna ihtiyacı var. Kontrol açıklamasından başka toplumsal değişim algılaması olmayan jakoben elitlerin, eski tavırlarını sürdürerek, yaşadıkları ülkenin insanlarına kendilerini değerli hissettirebilecek bir duyguyu verebilmeleri ise mümkün değil.
Türkiye’de her kesimden insanlar artık bu engellenmişliğin yarattığı sorunlarla uğraşan bireyler olmamak için kabuklarını zorluyorlar. Bir hayat belirtisi, direnme alanı olarak bu duygu her on senede bir sert tokatlar yemeye alıştırılmış topluma artık ağır geliyor. Bu açıdan Türkiye’deki son birkaç yıllık normalleşme sürecini, bu ülkede yaşayanların yeniden saygın yurttaşlar ve haysiyet sahibi insanlar olmak için attıkları adımlar olarak algılamak gerekiyor. Yasa dışı ilan edilmiş bir toplumun mensubu olmak sürdürülebilir bir kategori değil çünkü ve bunun günün birinde toplumu yasa dışı ilan etmiş gruplara ve zümrelere ağır bir ahlaki ve vicdani yük getirdiği gün gibi aşikâr. Bu açıdan Türkiye’nin sivil ve demokratik koşullar altında yaşamakta olduğu değişimleri bu toplumun ayağa kalkması için bir fırsat olarak görmek gerekiyor. Muhalefet yaparken volkisch söylemlerden medet umarak bir yol bulmaya çalışmak ancak totaliter bir dil içinde mümkün. Bu söylemde, reşit görülmeyen bir toplum ise ancak henüz reşit olmamış bir zihnin alameti.
Yeni Cumhurbaşkanından Beklenen
Cumhuriyet idaresi, kabaca söylenecek olursa, bir yurttaşlar cemaatidir. Yasalar önünde eşit, ahlaki ve vicdani olarak hür, toplumun diğer üyelerine karşı saygılı ve kamusal kaynaklara erişme konusunda eşit hak ve kaynaklarla donatılmış bir idaredir cumhuriyet. Bu kadar yüksek bir ideale ulaşmanın zorlukları olsa da kurumları ve yurttaşlarıyla demokratik rejimler, sembolik anlamı olan bazı çok önemli temsilî mevkilerin ihdas edildiği yönetim şekilleri. Cumhurbaşkanlığı, özgür yurttaşlara sahip bir toplumda sosyal bilinçte kapsayıcı ve kuşatıcı uygulamalarla yurttaşlarına kendilerini değerli hissettirmesi ve uzlaştırıcı olması gereken önemli bir makamdır. Toplumdaki acıları ve dışlanmışlıkları kaşıyarak kanatan bir makam olduğunda, yurttaşlarını ciddi bir biçimde yabancılaştıran hatta keskin bir biçimde kutuplaştıran sembolik bir içeriğe sahip olur. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı, Türkiye’de yaşanan rehabilitasyon sürecini ve sivilleşmeyi güçlü ve olumlu bir biçimde desteklerse, Türkiye demokraside bir aşama daha kaydedecek. Katılımcı bir demokratik kültürün yerleşmesi, sosyal ve ahlaki meşruiyetin iç içe geçmesi, sivilleşme, özgürleşme ve özgünleşme Türkiye için lüks değil, bir haktır.
Paylaş
Tavsiye Et