ANLAMSIZ, ereksiz kaynaşmış bir kütleyiz.” Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’daki bu sözü kendi hakikatimize açılmak için iyi bir giriş kapısı gibi görünüyor. Türkiye’nin kaotik bir şekilde değişen toplumsal gündemleri, bu söze her geçen gün biraz daha anlam katıyor. 21 Mayıs 2007 günü Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun yayınladığı ilginç bildiri sonrası hükümet, Danıştay, muhalefet partileri ve sivil toplum muvacehesinde ortaya çıkan durum, toplumsal kuruluşumuzun temelindeki çatlağı, bu sözün hatırlattığı bir bağlam içinde iyice gün yüzüne çıkardı. Ayrıca son bir yılda yaşanan siyasal-toplumsal gelişmeler sosyal değişimimizde zamanın hızlandığını da gösteriyor. Ertelenmiş yüzleşmeleriyle dar bir vakitte karşı karşıya kalan toplumun bu yoğunlaştırılmış çatışmadan ne tür bir öğrenme süreciyle çıkabileceği sorusu anlamlı olsa da cevabını bulmak pek kolay değil. Roma’nın dağılma dönemine benzer biçimde iyiden iyiye pretoryen karakteri belirgin hale gelen cumhuriyetimiz, siyasetçi-general-yargıç arasındaki güç oyunu içinde birikmiş sermayelerini de tüketiyor. “Tarihî sembolik iktidar” gittikçe derinleşen meşruiyet krizini aşamadığı için gün geçtikçe daha da agresif bir konuma doğru eviriliyor. Toplumsal rıza ile bağlarını kökten sakatlamak pahasına, tamamen ve aşırı biçimde muhafazakârlaşmış, otoriterleşmiş ve jakobenleşmiş bir askerî ve hukuksal bürokrasi ile pragmatik, değişimci fakat konumsal tutarlılık konusunda güvenini iyice yitiren siyasal aktörler (hükümet ve muhalefet) arasındaki çatışma, frekansı sıklaşacak bir krizler dönemine gireceğimizi de gösteriyor.
Yüzyıllık dönüm noktasında toplumsal güçler arasındaki zımni veya açık karşılıklı güven tükendikçe, siyasal ve sosyal gündemler artık rahatsız ediciliği de aşarak kapalı kapılar ardında yeni-ittihatçı bir komiteleşmenin mevzusu haline gelmekte gecikmiyor. “Demokratikleşmeye çalışan” beş darbeli cumhuriyetimizin bilinçaltı fokur fokur kaynıyor. Bastırılan enerjiler artık yerinde durmuyor ve bu durum dizayn etme konusundaki kötü ustalığı tescillenmiş toplumsal mühendislik geleneğimize yeni bir kariyer imkânı sunuyor. Yeni süreç, ilk darbenin (27 Mayıs) en büyük icadı olan yargı bürokrasisinin ve yargı denetiminin kazandığı yeni işlevlerle münavebeli darbe geleneğimizi sıradanlaştırıyor. Fakat yaşananlar Marks’ın sözünü hatırlarsak trajik değil, feci halde komik bir tekrardan öteye de geçemiyor. “Biz bu oyunu görmüştük” duygusu kabardıkça farklı aktörlerin “iktidar benim” vehmi, taliplerini kâğıttan kaplana çeviriyor. Çünkü sorunun tarafları, çatışmanın derinleştirilmesinin bedelleri konusunda fikir yürütebilecek bir entelektüel kalibreden çok uzak.
Münavebeli Darbenin Aktörleri
Talihsizlik, temellerimizdeki çatlakların genişliğinden geliyor. Nihayetinde yanlış bir oyun doğru oynanamıyor. İlk düğme yanlış iliklendiği için, kıyafetler komiklik seremonisindeymişiz algısı uyandırıyor. Yargıtay’ın en üst düzeydeki tepkisi ise şiddetli bir güven ve haklılaştırma buhranının kapılarını tehlikeli biçimde çalıyor. Bu buhran, oyunlarda artık mızıkçılıktan bıkmış aktörler için oyundan çekilmek zorunda kalma riskini de beraberinde getiriyor. Ya mızıkçıların ya da diğer oyuncuların oyun dışı kalmasıyla sonuçlanacak bir süreci hızlandırıyor. Hâlbuki en başta bu oyunun kurallı bir oyun olduğu söylenmiş ve demokratik garantörlük ilkesi varmış gibi davranılmıştı. Fakat her fırsatta bu kural ihlal edildiği için ihlal edilmişliğin ürettiği sıkıntılar psikiyatrik bir karakter kazanıyor. Türkiye’de, psikolojinin sorunlu çocuk sınıflandırmasında “ihlal edilmiş” ve “ihmal edilmiş” tiplerden hareketle söylersek, en çok ihlal edilmiş bir çocuk olarak büyütülmüş bir sosyal düzen kurumsallaşmıştır. Bu ihlal edilme durumu çocuk büyüyüp reşit hale geldikten sonra, hatta olgunluk döneminde bile devam etmiştir; kâh zor gücüyle kâh yargı marifetiyle. Hükümetler hal edilse bile, nihayetinde bütün aktörlerin derinlerine işlemiş bir ruhsal iktidarsızlık, beraberinde ruhsal dengesizlikleri doğurmuş ve meşrulaştırmıştır. Bu öykü, zaman geçtikçe, sıradanlaşmanın bayağılaşmaya gittiği ilişkilere eklemleniyor. Kanıksanmış ve genelleşmiş bir ikiyüzlülük ve oynanan maskeli balo, hakikat duygusunu imha ediyor. Siyasetin ve hukukun Bizanslaştığı günümüz Türkiye’si, korku imalatçılığı uzmanlığının aşırı gelişmiş olması nedeniyle, mukadder bir kendini tüketmenin arenası haline gelmiş durumda. Tek hamleyle bir anda birçok şeyi anlamsızlaştıran bir eylem repertuarı günden güne kemikleşiyor. Muhtıraların özneleri değişse de, anlamı değişmiyor: “Anlamsızlığımızı muhafaza edelim, başıboş kalırsak kime varacağımız belli olmaz”.
Güveni Kim İmal Edecek?
Türkiye’deki siyasetçinin günahı bu darbeli süreçlerde esasen herkesten daha çok. Bir hakikatin tarafı olarak, gerekli bir değişimi taşımak için gereken cesaret ve çaptan yoksun siyasetçiler, demokratik haklarının ihlal edilmiş olmasının getirdiği mağduriyeti aşacak bir yüzleşmeyi yaşamaktansa bu mağduriyet nevrozunu tevekkülle sineye çektiler. Seleflerini ipe çekenleri yargılamak fikri rüyalarına bile gelmedi. O nedenle 27 Mayıs’ı getiren zihniyetin temelinde maalesef ne kadar CHP varsa bir o kadar ruşeym halinde olan bir MHP de var. AP’nin pragmatizmi 27 Mayıs’ın kural haline gelmesinin en önemli sebeplerinden olmuş. 12 Eylül’e giden patikalar döşenirken kurtarılması gereken devletin yandaşları da aynı özneler yine. Sokaklar kan gölüne dönse de vicdanlar rahat. Devlet kurtarılırken bir-iki canın hesabı yapılmaz. İhlal etmeden ihtilal yapılamaz. RP-DYP koalisyonunda Susurluk’a “fasa fiso” diyen, sonra cezaevlerine ağır silahlarla giren bir adalet anlayışı, RP’nin devletçiliği ile meşrulaşmış ve aynı devletçilik bu partiyi cebren silip geçmede en ufak tereddüt göstermemiştir. Bu sürecin devamında 28 Şubat’ın restorasyon ihalesinde ise milliyetçi sol (DSP), milliyetçi sağ (MHP) ve kurumsal sistemi çürümüş bir liberal sağ (ANAP) ittifaka zorlanmıştır. Siyasetçi yine tutsaktır. 3 Kasım sonrasının ulusalcı nostaljisinin inşasında ise CHP ve MHP “sivil” yandaşlarıyla birlikte etkin aktörlerdir. AKP kararsız ve pragmatik bir biçimde hayati olaylar önünde yalpalayınca (Şemdinli davası, parti kapatmanın zorlaştırılması vs.) keser dönmüş sap dönmüş gün gelip hesap dönmüştür. “Dava” açılmış, Kafkaesk bir durum bir anda neşvünema bulmuştur. Roma durup dururken dağılmamıştır. Ahlaki sorular sürekli ıskalandığı için bütün aktörlerce el ele dağıtılmıştır.
Yüksek mahkemelerin uhdesindeki otoriter legalizm, uygulamalarıyla kısa vadeli amaçlarına ilişkin duygularını tatmin etse de (367 kararı) uzun vadede kendi temellerini yani adalet duygusunu oymanın ötesine geçemeyecektir. Nihayet, yargının buradaki işlevini anlamaya ise Tutunamayanlar’daki bir başka cümleyle yaklaşmak mümkündür: “Sanıkların ellerinden başarılarının alınmasına oy birliğiyle karar verildi.”
Paylaş
Tavsiye Et