VAROLUŞSAL bir etkinlik olan siyasetin “think-tank”leştiği bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca ülkemizde “zor” (araçları) oyunu yerli yersiz bozmaya devam ediyor. Türk modernleşmesi ya da Türk Batılılaşması adını verdiğimiz çelişkiler yumağının geldiği şu noktada hâlâ kapsamlı araştırmaların imbiğinden geçmiş sahih bir “düşünce” alanına sahip olduğumuzu söylemek çok zor. Sebep olarak kendi eylemiyle, ahlaki, bilimsel ve felsefi araçları da kullanarak yüzleşmek, Türk modernleşmesinin imal ettiği birey ve kurumların en yabancı oldukları eylemdir desek abartmış olur muyuz? Henüz böyle esaslı araştırmalara ve derinleştirilmiş “düşünce” araçlarına bu tecrübeyi üreten öznelerin faaliyetleriyle ulaşmış değilsek de, bu tür araştırmalar olmuş olsa bile, bunun toplumsal ve siyasal dünyamızda ne kadar yankılanacağı da meçhul.
Bunun iki sebebinden söz edilebilir: Birincisi Batı’dan farklı kurumları 250 yıldır ithal ettik; fakat bu kurumlarla ilişki kuracak topluma kurumlarla mesafesini tayin etmesini ve yurttaşlığını inşa etmesini sağlayacak “eleştirel düşünce”yi üretmek veya “ithal etmek” kimsenin aklına gelmedi: “Kurumu al ve onu kutsa, asla eleştirme”. Böylece hukuk, toplum ve siyaset arasındaki ilişki en iyimser ifade ile otoriter bir legalizmin tutsaklığından çıkamayan sığ bir pozitivizm amentüsü ile zihinlerimize kazındı. Zorunlu hale gelmiş değişimler çoğunlukla “dış dünyadan” gelen baskı ve eleştirilerle mümkün olabildi. İkincisi ise, sosyal sınıfların ve grupların inşa edebileceği ortak bir fikir alanı (aydınlar cumhuriyeti) ilk çocukluk dönemini atlamadığı için, “özneleşme”nin zorunlu bir uğrağı olarak “iletişim” çarpıtılmış bir bağlamdan kurtulamadı. O nedenle geniş zamanların mutlak demokratları zor zamanlarda “rejim” bekçiliğine (hatta 12 Eylül’ün bile) gönüllü yazılabildiler. Geçmişin İslamcıları hiper-milliyetçi, sosyalistleri Kemalist, liberalleri İslamcı olabildiler. “Başkalarının acıları” bir ahlak sorunu olarak dahi mâkes bulamadı. Sağda yahut solda sopayı yiyen, arkasını dönünce sadece gölgesini gördü. Ahlaki gelişimi değişik dönemlerde değişik nedenlerle sakatlanmış olan toplumumuz hâlâ bunun acılarıyla kıvranıyor.
Kemal Karpat 12 Eylül darbesinin hemen ardından yazdığı “Kördüğüm Türk Demokrasisi” adlı makalesinde devletin biçimi ve konumu noktasında 1945’ten sonra bütün tartışmanın “laiklik” üzerinden yürüdüğü tespitini yapar. Bu tespite şimdiden bakarak şu soruyu sormamız gerekir: Peki bu tartışmalardan olgunlaşmış bir toplumu ima eden sonuçlar çıkarılabildi mi? Çıkarılıp çıkarılmadığı yaklaşık dört aydır krize çevrilmiş cumhurbaşkanlığı seçimleri vesilesiyle ele alınabilir ama 22 Temmuz seçimleri öncesi ve sonrası itibariyle bu soruya verilecek cevaplar farklılaşmıştır. Seçim sonuçları birçok açıdan bütün kartların yeniden dağıtılmasıyla sonuçlanmış ve 12 Eylül kördüğümünden tüm toplumun kurtulabilmesi için fırsat kapıları açmıştır.
AK Parti ve Yeniden Örgütlenen Siyaset
Son üç seçimde oylarını aritmetik olarak belirli bir düzen içinde artıran AKP, Türkiye’nin hem ahlaki yorgunluğunu hem de aldatılmış seçmen nevrozunu aşmak için onu umudun coğrafyalarını temsile zorlayan bir kitlenin talepleri üzerinde yükseliyor. 22 Temmuz’dan önceki tablo şöylece özetlenebilir: CHP cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili o zamanki piyasa değeri yüksek kartını çok erken bir tarihte açtı ve Tayyip Erdoğan’ın adaylığını engelleyerek farkında olmadan AKP’nin kurumsallaşması için önemli bir fırsatın önünü açtı. Çünkü yaratılan kriz ortamı AKP’nin kendini yeniden düzenlemesi ve tanımlaması için uygun mevzi çatışmaları ortaya çıkardı. Fakat CHP açtığı kartla mücadeleyi kazandığını zannederken, AKP Abdullah Gül markasını öne sürerek oyunda hamle üstünlüğüne kavuştu. CHP yönetimi ise daha iddialı bir kart (Abdullah Gül de olamaz) açarak hukuk yoluyla sistemi tıkama girişimiyle buna cevap verdi. Sürecin kritik hamlesi TSK’dan 27 Nisan bildirisi ile geldi. TSK bütün siyasal aktörlere haddini aşan anlamlar yüklenmesiyle sonuçlanan bir hamle yaptı ve doğrudan oyunun kuralına müdahale etti. AKP yönetimi bu bildiriye 28 Nisan bildirisi ile cevap vererek kendini demokratikleşme sürecinin zorunlu taşıyıcısı kılacak bir pozisyonda buldu. Ayrıca AKP kısa vadede elini güçlendiren bir hamle ile anayasa değişikliği de yaparak cumhurbaşkanını halka seçtirme yoluna gitti ve 12 Eylül’ün kontrol mekanizmasını halkoyuna havale etti. Askerî müdahaleler ve sonuçları konusunda şerbetlenmiş olan toplum, sistemi orta vadede tanımlayacak ve yeniden konsolidasyonuna alan açabilecek bir kart açtı ve AKP’ye %47 oyla siyasal alandaki etkin pozisyonları kullanmasına fırsat tanıyan geniş bir meşruiyet alanı bahşetti.
Bu kez askerî muhtıranın ve Anayasa Mahkemesi’nin ürettiği “kördüğüm” 2 ay içinde büyük bir toplumsal ittifakla aşıldı. Ayrıca Meclis, toplumun “sinir uçları”nı temsil eden MHP ve DTP’nin de temsil edildiği yeni kompozisyonuyla yüksek tansiyon sorununu da denetim altına aldı. Meclis’te toplam temsil oranı %85’e ulaştı ve parlamenter meşruiyet sorunu da ortadan kalktı. Fakat Meclis’te normalleşmeyen “tek parti” CHP olarak kaldı. Seçim sonrasında hem oyuncu sayısının artması hem de asli rakibinin gücünü berkiterek çıkmış olması nedeniyle CHP’nin açtığı “kart, marka ve pullar”ın değeri büyük bir devalüasyona uğradı. Ayrıca ittifak yaparak seçime girdiği DSP’nin cumhurbaşkanlığı konusunda hızlıca CHP ile ayrışması “sol” siyaset alanında ahlaki tutumlarda da bir çatlamaya neden oldu. Seçimin dikkat edilmesi gereken iki önemli sonucundan birincisinin, AKP’nin Türkiye’nin tüm coğrafyalarda ağırlıklı temsile sahip tek kitle partisi olarak çıkmasıdır. Bu sonuç, eğer sosyal demokrat bir kitle partisi çıkmazsa (ki mevcut veriler açısından bu pek mümkün gözükmemektedir) AKP’nin orta vadede sosyal ve siyasal sistemi etkileyecek bir iktidar konfigürasyonunun tek hâkimi olacağını da ima etmektedir. İkinci önemli sonuç ise, demokratikleşmenin zorunlu taşıyıcı aktörü olarak AKP’nin bu ilkeyi siyasal sistemde de kurumsallaştırma yükümlülüğüdür. Bunu başaramadığı takdirde aldatılmış seçmen nevrozuna geri dönülmesi ve ahlaki gelişmemişliğin ve “seçmen yorgunluğu”nun tedavisi zor bir durum olarak geri dönüşü kaçınılmazdır.
100 Yıllık Dönüm Noktasında
2008 yılı II. Meşrutiyet’in ilanının 100. yılı. Bu tarih pek çok açıdan ironik anlamlar içeriyor. İmparatorluğun yıkılışına ve cumhuriyetin doğuşuna giden yolu açan bu tarih, toplum olarak değişik öğrenme biçimlerini imkân olarak karşımıza koymakta. Sosyolog Norbert Elias’ın toplumların 100 yıllık dönemlerde habitus olarak ulusal görünüşlerini, davranış ve denetim kalıplarını değiştirdikleri ile ilgili araştırmaları ışığında bakıldığında böyle bir bakış ilginç bir anlam kazanıyor. Otoriter bir sekülerleşmeyi, militarist kültürel yapıları, otoriter legalizmi (zımnen yasadışı toplum anlayışını), pozitivist felsefi utkuları, askerî vesayet biçimlerini işaret eden bu 100 yıllık dönemin sonunda Türkiye’de ağrılı bir doğumla yeni bir toplum doğuyor. Değişim ilk belirtilerini 1990’ların başında Özal’ın pek çok anlamda kararsız siyasal reformlarında kendini göstermiş fakat güçlü bir siyasal temsile kavuşamamıştı. Abdullah Gül-ün şahsındaki cumhurbaşkanlığı bu dönemin sonunda toplumun daha çok demokrasiyi, daha çok katılımı, çevre toplumsal alanlardan gelen aktörlerin özneleşmesini, barışçı bir siyasal iletişimi, mütedeyyin yurttaşların ortopraksisini (doğru görülen davranış şekilleri) temsil ediyor. Uzlaşmaya dayanan bir siyasal dil, dostluk ilkeleriyle işleyen bir demokratlık, toplumsal hayatta kültürel olarak yatay ve dikey kutuplaşmaya yol açabilecek sembolik çatışmalara alan açmama gibi özellikleri, Gül’ü yeni dönemde sistemdeki çatışma konularında demokratik toplumsal talepler doğrultusunda uzlaştırıcı bir figür olarak öne çıkarıyor. Bu noktada dikkat edilmesi gereken mesele CHP’nin Gül’ün adaylığı konusundaki tutumudur.
Dünyayı ve toplumu okumak için ileri derecede miyop ve hipermetrop merceğe ihtiyacı olduğundan kuşku duyulmayacak bir siyasal formasyonu temsil ediyor bugün CHP. Yalnızca siyasal süreçler içindeki tutarsızlığı değil sorun, sadece muhalefet olmanın rantına talip bir parti olarak sosyal yurttaşlığın filizlenmesinin önünde de bir engel. Ayrıca partinin şu andaki yönetim kurulları İskandinav mitolojilerindeki gerontokrasileri (yaşlılar yönetimi) hatırlatıyor. 19. yüzyılda kalmış bir siyasal terminolojiyle günümüze bakmaya çalışan CHP üst yönetimi farkında olmadan kendini siyasal bir entropinin girdabına sürüklüyor. Rakipleriyle siyasal mücadele içindeki rekabetle yarışacağına, siyaset dışı araçlarla rakipleri yıpratma yöntemiyle angajmanlarının eksenini değiştiren CHP bu haliyle hem eylem hem de dil olarak siyasal alanda Brecht’in “yabancılaşma efekti” gibi bir anlam taşıyor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, önümüzdeki süreçte, geçen 100 yılda uygulanan uydu ya da köprü ülke vazifesiyle güvenliği sağlamaya çalışma siyasetinin terk edilmesinde önemli bir rol alabilir. “Merkez ülke” olarak tarihî ve coğrafi derinliğinin imkânları ile kendi barış havzasını oluşturabilecek bir Türkiye, dünya siyasetinde kendi kartlarını daha güçlü ve etkili bir biçimde açabilecektir. Bu güç temerküzü ise ancak güçlü bir toplumun ve siyasetin inşa edilmesi ile mümkün. Türkiye’nin bunu başarması için kurumakta olan düşünce ortamını yeşertecek yeni bir yurttaşa ihtiyacı var.
Paylaş
Tavsiye Et