GÜNÜMÜZÜN yaygın ve etkili iletişim aracı televizyon, insanı bilgilendirmek, eğlendirmek, eğitmekten de öte; artık onun için kültürel ve zihinsel bir üretim endüstrisi konumuna gelmiş bulunuyor. Toplum yaşamında böylesi bir öneme sahip bu güç, sözde gerçekçi yapısına karşın, düşsel bir dünya kuruyor zihinlerde. Televizyonun gerçekle kurduğu tek ilişki, görselliği kullanarak bir gerçeklik illüzyonu üretiyor olması. Kendine has bir yapılanması olan televizyonun, izleyiciye ulaşabilmek, onu kendine bağlayabilmek ve onun vazgeçilmezi olabilmek için kendi içinde oluşturduğu çeşitli anlatı yöntemleri bulunuyor.
Son günlerde, her bölümü önceki ve sonrakilerden bağımsız olarak şekillenen ve aralarında bağlantı bulunmaksızın art arda dizilmiş öykülerden oluşan epizodik anlatım tarzına uygun olarak çekilen ve çoğu izleyiciyi ekrana bağlayan Sırlar Dünyası, Kalp Gözü, Sırlara Yolculuk, Altıncı His, Gönül Kapısı, Gizli Dünyalar gibi programlar televizyon kanallarında boy göstermeye başladı. Böylece izleyicinin bütünü algılamasına fırsat vermeyen bu anlatım tarzı, akıldan çok bilinçaltına ve hayal dünyasına hitap ederek, ona kaba mistisizmle örülmüş kurmaca bir evren hazırlıyor. Önceleri özel bir kanalda yayınlanan ve başlarda pek de geniş bir izleyici kitlesine sahip olmayan orijinal programda senaryolar, yaşanmış ibretlik olaylardan ve hatta izleyici mektuplarından oluşuyordu. Uzun müddet böyle devam eden ve kısmen ilgi gören program, diğer kanalların da gözünden kaçmadı ve reyting savaşının sonucu olarak kısa bir süre içinde fotokopiyle çoğaltılmışçasına, her çoğaltmada aslından biraz daha uzaklaşıp yaygınlaştı. Elbette bu, ilk programın sahih vurgular yaptığı ve sağlam bir temele dayandığı anlamına gelmiyor. Dikkat edilirse, mahremiyetin sınırlarında gezinerek reyting elde eden ve kendini gizleri deşifre etmeye adayan televizyon, burada da sır, kalp gözü, gönül, his, yolculuk gibi tasavvufa ait kavramları fütursuzca ticarîleştirmekten, metalaştırmaktan ve onların içini boşaltmaktan sakınmıyor. Yine geleneksel anlatılarda, menkıbelerde yer bulan; rüyalara giren aksakallı dede, hırpanî kılıklı derviş, hesabı alelacele görülen zalim ve sabrının karşılığını ivedilikle alıveren mazlum gibi figürler bu programlarda sıkça kullanılıyor. Böylece bir imtihan yeri olarak algılanması gereken dünya bir hesaplaşma alanına dönüşüveriyor. İzleyiciye kurulan bu ‘kolay’ görsel evrende, geleneksel hatta zaman zaman manevî değerlere atıfta bulunulmakla birlikte, mücadeleye ve kişinin kendi çabasının gerekliliğine yeterince yer verilmeyerek, eksik ve miskin bir din anlayışı öne çıkarılıyor. Ayrıca kötülüğün genellikle musibet, bela ve pişmanlıkla sonlanması ve kötülerin vahim bir şekilde cezasını bulması veya tersine “hidayete ermesi”; iyilerin ise “mutlak iyi” konumunda bulunması ve hep öyle kalması sürekli vurgulanıyor. Böylece kendisini “mutlak iyi”nin yerine koyarak onunla özdeşleşen izleyici, dizideki iyi olanın sürekliliği kuralı gereğince, ekran başında kendisini hep ‘iyi’ hissediyor. Bu da, izleyiciye daima en iyi olduğunu söyleyerek daha fazla reyting elde etmeye çalışan televizyonun temel hedefiyle örtüşüyor. Ancak bu tür programların amacının “izleyiciyi reklamcıya satmak” olduğunu öne süren Robert Allen’i doğrularcasına, “Kalp gözünüz açık olsun!” sloganından hemen sonra sponsor gözlük firmasının reklamının girmesi manidar bir durum ortaya çıkarıyor. Bunun hoş bir tesadüf olarak değerlendirilmesi, iletişim tekniklerine ve hele hele televizyonun işleyiş biçimine yabancı olmayanlar tarafından, en hafifinden safdillik olarak nitelendirilebilir. Üstelik birbirine zıt iki ayrı değerler dünyasının temsilcileri olarak, hem kalp gözümüzün, hem de televizyonumuzun aynı anda açık olması nasıl mümkün olacaksa!
Kötüler İçin Yaşasın Şiddet!
Söz konusu programların bir diğer özelliği de, izleyiciye gerçeklik duygusunu daha yakından tattırabilmek için, ikinci sınıf oyuncularla, varoş mekanlarda çekilmeleri ve yaşanmıştan ziyade yaşanması muhtemel olayları konu almaları. Paketlenmiş roman tadındaki bu ucuz yapımlar kişiyi ilk anda ulvî duygulara sürüklese de son tahlilde hedef kitlede, dizilerin doğal yapısı gereği alışkanlık, bağımlılık, uyuşukluk gibi marazî belirtilere neden olabiliyor.
Hemen hemen bütün programlarda, “iyilik eden iyilik, kötülük eden kötülük bulur” sloganı uyarınca, yapılan iyiliğin çok kısa bir süre içinde büyük bir mükafat olarak geri döndüğü; kötülüğün ise çok geçmeden sahibini bin bir türlü bela ve musibetle yerin dibine geçirdiği görülüyor. Oysaki izleyici gündelik hayatta kötülükleri yanlarına kâr kalmış nice kişiyle bir arada yaşıyor.
Zalimlerin cezasını vermek ve izleyicinin içini soğutmak için, programlarda kullanılan şiddet sahneleri de işin bir diğer çelişkili boyutunu oluşturuyor. Her ne kadar, kötülüğe ve şiddete maruz kalan ‘iyi’ karakterin kendisi şiddet kullanmasa da, onun adına ve genellikle şiddet kullanarak ‘kötü’nün defterini düren mistik bir güç bulunuyor. Bir bakıma Ahiret gerçeği çoğu zaman arka plana itilerek kötünün hesabı hemen görülüveriyor. Hem de ne hesap görme: Kesilen kafalar, görünmez güçler tarafından çarpılmalar veya boynuna ip geçirilip sürüklenmeler, korkunç kabuslar, kanlı bedenler, konuşan cesetler… İnsanları hayra çağırıyor olmanın ayrıcalığı kullanılarak şiddet sahneleri izleyicinin hoş görebileceği bir alana kaydırılırken, bir bakıma bunlara meşruiyet kazandırılıyor. Korkunç görüntülerin genellikle rüya içinde verilmesi bunlarla izleyici arasında mesafe oluşturuyor gibi görünse de bu durum, rüyada bile olsa, şiddetin şiddet olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zira prime-time kuşağında yayınlanan bu görüntülerin, programı ebeveynleriyle birlikte izleyen küçük çocuk zihinlerinde tahribata neden olabileceği ve ucube bir din anlayışını besleyebileceği göz ardı edilemeyecek bir konu. Ancak televizyon kanalları, ‘insanlara hidayet telkin eden ve ulvî değerler aşılayan bir programın o kadarcık da kusuru olsun!’ düşüncesiyle hareket ediyor olmalı ki, izleyici bu görüntülere maruz bırakılıyor.
İçeriği olağanüstü olaylarla örülmüş ilgi çekici bu tür programlara ekranlarda sık yer verilmesi televizyon kanallarının pek işine gelse de insanda, olağanüstülüğün olağanlaştığı bir ruh yapısı meydana getiriyor. Dolayısıyla toplumda, hassasiyet göstermesi gereken yerde duyarsızlaşan, tevekkül etmesi gereken yerde de sabırsız, aşırı tepkili ve nöropatik davranan bireyler çoğalıyor.
Modern insan, içinde bir yerde, kör bir noktaya hapsedilmiş iyilik duygusunu bazen dilenciye verdiği bir yüz bin lirayla ya da televizyondaki savaş görüntülerine ah vah eden anlık üzüntülerle, bazen de bu tür programların sağladığı aldatıcı doyumla yaşatmaya çalışıyor. Ne var ki, televizyonun ürettiği değerler sistemine hükmeden yapımcılar açısından durum bu kadar masum değil. Eğer maksat daha çok izlenmek ve “izleyiciyi reklamcıya satarak” daha çok kazanmaksa, hiç şüphesiz bu fazlasıyla hasıl oluyor. Fakat amaçlanan şey emek, sabır, fedakarlık, vefa, dayanışma, tevekkül gibi unutulmaya yüz tutmuş değerleri modern insanın gündemine taşımaksa, televizyonun görselliği öne çıkaran doğası buna hiç de müsait değildir. Zaten, söz konusu kavramlar temelinde bir dünya inşa etmek de gösteri(ş) çağının nişanesi olan televizyonun harcı değildir. O halde, kalp gözünüzün açık olması için, “Lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız!”
Paylaş
Tavsiye Et