MODERNİZMİN hayatı kuşatmasıyla her alanda etkisine maruz kaldığımız değişme çılgınlığı, değişime ayak uydurmakta zorlanan, geride kalan, tökezleyen her şeyi ezip geçiyor. Tanrısız bir dünyada “mükemmel insan”a ulaşmak adına hızla ilerleyen bu sürecin en somut yansıması, ideal toplumun en konforlu yaşamı sürmesini sağlamak adına inşa edilen şehirlerde gözlemlenebilir. Günümüz şehir mimarisini değerlendirecek olursak; asansörsüz ya da asansörlü olduğu halde özürlüye yararsız binalar, yüksek merdivenler, eğim konulmamış kaldırımlar, özürlüler için inme-binme kolaylığı düşünülmeden tasarlanmış ulaşım araçları ve daha sayılabilecek birçok eksiğiyle sistematik bir biçimde yapılanmış şehir dokusu, bu bireyleri ve ailelerini ister istemez sosyal hayatın dışına itiyor. Toplum içinde kendine yeterince yer bulamayan bu çocuklar ve aileleri, yakın çevrenin çocuğa karşı yersiz acıma duygusu veya önyargılı yaklaşımları, ekonomik zorluklar ve uygunsuz çevre koşulları gibi sorunlarla da başa çıkmak zorunda kalabiliyorlar.
Yeryüzünde beş yüz milyondan fazla, ülkemizde ise yaklaşık yedi milyon insanı ve ailesini yakından ilgilendiren özürlülüğün, her kesimin yeterli duyarlılık göstermesi gereken bir “insanlık hali” olduğuna kuşku yok. Özellikle de muhtaçlığı daha fazla olan özürlü çocuklar konusunda, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de, ulaşımdan eğitime, sağlıktan psikolojik destek ve danışmanlığa, meslek edinme rehabilitasyonundan sanat ve spor gibi kültür etkinliklerine kadar tam anlamıyla çözüme kavuşmamış birçok sorunla karşılaşmak mümkün.
Özürlü Çocuk, Aile, Toplum
Her yönden desteğe muhtaç özürlü aileleriyle ilgili çözüm üretmeye yönelik çalışmalar esnasında ailenin ve çocuğun psiko-sosyal durumunu göz ardı etmemek gerekiyor. Alışılagelmiş özelliklerden yoksun oluşuyla diğer bireylerden farklı algılanan özürlü bireyin aile ve toplum tarafından kabullenilme süreci büyük önem taşıyor. Bu süreç boyunca ondan en çok etkilenen özürlü ailelerinde, zamanla çok çeşitli ve karmaşık ruh halleri gelişebiliyor: İlk olarak duygu karmaşası, şok hali, hayal kırıklığı ve bilinmeyene karşı duyulan savunma mekanizmasıyla çocuğun özrünü reddetme davranışı görülebiliyor. Ardından gerçeğin kabullenilmesini kolaylaştırıcı bir duygu olan acı çekme ve bunu, yüklenilen sorumlulukla başa çıkamama kaygısından dolayı, depresyon izliyor. Bunun yanında suçluluk duyma veya aile bireylerinin birbirlerini suçlamalarına; buna bağlı olarak aile bireylerinde kalıcı sağlık sorunlarına rastlanabilir. “Neden ben?” ve “Neden benim çocuğum?” sorularının sıkça sorulduğu bu aşamada kararsızlık ya da kabullenmeyi engelleyici bir duygu olarak kızgınlık gelişebiliyor. Çocuğunun başarılı olmasını, kabul görmesini ve sevilmesini arzu eden anne-babalar, özürlü çocuğun yakın çevre de dâhil toplum içinde kabul görmemesi, ona acınması, ondan ürkülmesi, onunla alay edilmesi ya da onun reddedilmesi gibi olumsuz tutum ve davranışlar sonucunda çocuğa karşı bir utanma duygusu geliştirebiliyor. Böyle durumlarda da genellikle çocuğu eve kapatma, saklama, başkalarından uzaklaştırma yanlışına düşülüyor. Bütün bu aşamaların ardından “Çocuk için ne yapılabilir?” sorusu gündeme geldiğinde, uzlaşma ve kabullenme başlıyor. Anne-babaların çocuklarıyla sağlıklı ilişkiler kurabildikleri, korku ve kaygıların belli ölçüde azaldığı, utanma ve öfke gibi olumsuz duygularla baş edebilmenin gerçekleştiği bu dönemde aile, çocuğun özrünü kabul edip ona bu haliyle daha kaliteli bir hayat sunabilmenin yollarını araştırmaya yöneliyor. Ailelerin içinden geçtiği bu süreç, onların sahip olduğu bilinç düzeyine ve sosyo-ekonomik koşullara göre, bazen yıllarca uzayabiliyor. Genellikle çocuklarının durumu hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan ve özürlülük halinin kısa zamanda iyileşmesini ve değişmesini bekleyen aileler, bu tedavinin uzun zaman ve sabır gerektirdiğini anladıklarında çaresizlik ve yılgınlık hissine kapılabiliyor. Öte yandan olayın içinde bizzat yer alan, zaman zaman da sürece yalnızca tanıklık eden özürlü çocuğun yaşadığı psikolojik değişiklikler onu duygusal anlamda yıpratırken; çok uzun süren kabullenmeler, bedensel, zihinsel veya ruhsal anlamda geri dönüşü olmayan kayıplara neden olabiliyor. Oysaki özürlü çocuğun topluma kazandırılmasında zamanlama ve sabır faktörleri hayatî önem taşıyor. Eğitime ne kadar çabuk başlanırsa, alınan verim de o ölçüde artıyor. Toplumda baskın olan, özürlünün hep öyle kalacağına dair statik anlayışın tersine, özel eğitim ve rehabilitasyon merkezlerine devam eden çocuklarda ve ailelerinde, diğerlerine göre hayli olumlu gelişmeler görülüyor. Çoğumuz için sıradan kabul edilebilecek yeme, içme, giyinme gibi basit öz bakım becerileri, özürlü bir birey için, başarıldığında belki de hayatının dönüm noktasını teşkil edecek kadar değerli olabiliyor. Onun yaşamını bağımsız olarak devam ettirebilmesine yönelik bütün bu çalışmalar, aynı zamanda özürlünün kendine güven duygusu kazanmasını, ailesi ve toplum ile nitelikli bir ilişki sürdürmesini sağlayabiliyor.
Özürlü çocuk ve aile ilişkisinde bir başka önemli nokta; çocukta, “Aileme yük oluyorum”, “Ben olmasam böyle olmazdı” gibi duygu ve düşüncelerin gelişimini önlemek için ailelerin zamanında bilinçlendirilmesi, ev, çevre ve sosyal ortamın çocuğa uygun bir şekilde düzenlenmesidir. Aynı zamanda bu ailelerin ve çocuklarının sosyal güvence altına alınmaları ve “Ben öldükten sonra çocuğuma ne olacak?” kaygısının giderilmesi gerekiyor. Bunun için de, devletin yürüttüğü sağlık politikasının kapsayıcı ve pratiğe yönelik olması, sağlık hizmeti veren kuruluşların kolaylaştırıcı ve yönlendirici bir tavır içinde olmaları, toplumsal bilinçlenme için, yararlanılabilecek konumda olan iletişim araçlarıyla ve sosyal yardımlaşma-dayanışma kurumlarıyla işbirliği içinde olunması önemlidir.
Sonuç olarak özürlü çocuk-aile-toplum ve devlet arasında kurulacak sağlıklı bir iletişim, sadece ülkemizde yaşayan yedi milyon civarındaki özürlünün değil; bütün bir ülkenin toplam yaşam kalitesini yükseltecektir. Zira yetişkin bir birey olmaya doğru giden özürlü çocuk açısından sorun, onun doğuştan veya sonradan bir etkiyle uğradığı değişim değil; ona karşı toplumsal bilinçaltında içten içe işleyen ve özürlülük durumunu modern düşüncenin “ilerleme” anlayışıyla bağdaştıramayan faşizan algılamadır.
Paylaş
Tavsiye Et