ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Savunma Bakanı eski yardımcısı (şu anda Dünya Bankası Başkanı) Paul Wolfowitz; yeni-muhafazakâr anlayışın savunucuları olan bu isimler, akımın Amerikan siyasetindeki gücünü çok açık bir şekilde göstermektedir. Peki nedir yeni-muhafazakâr ideoloji?
1960’larda yeni-muhafazakârların ortaya çıkışında birden fazla etken kendini gösteriyor: Başkan Johnson’ın politikalarına (özellikle kaba yönetim tarzına) olan tepki, Sivil Haklar Hareketi, 1967’deki 6 gün savaşları (Arap-İsrail Savaşı) sonrası İsrail’in değişen jeo-politik pozisyonu, ABD’deki bazı zenci liderlerin anti-semitik söylemleri. Bu gerçekler karşısında akımın kurucusu Irvin Kristol yeni-muhafazakârı “realitenin uyandırdığı liberal” olarak tanımlar.
Commentary ve The Public Interest dergilerini çıkaran akımın tanınmış kurucu isimleri şunlardı: Irving Kristol, Norman Podhoretz, Daniel Bell ve Seymour Martin Lipset. Arka plandaki fikir babası ise 1973’te ölen Leo Strauss idi. Akımın önde gelen kurucuları ağırlıklı olarak Marksist çizgiden Kapitalizm’e dönüş yapmış Yahudi akademisyenlerdi. Aslında yeni-muhafazakâr deyimi ilk defa, soldan sağa dönen “Nixon sosyalistlerini (dönekleri)” aşağılamak için, sosyalist Michael Harrington tarafından kullanılmıştı.
Yeni-muhafazakâr akım, başlangıçta dış politikadan daha çok ekonomi ve Amerikan toplumundaki kültürel çözülme üzerine yoğunlaşmıştır. 1965’te yayına başlayan The Public Interest dergisinde Federal Hükümet’in sefalet, suç ve ırk ayrımı gibi konulardaki politikalarına şüpheyle bakan yazılar yayınlanmıştır. Amerikan Yahudi Komitesi tarafından finanse edilen diğer dergileri Commentary’de de, o zamanki hükümetin politikalarını eleştiren yazılar görülür.
Kültürel çözülmeyi analiz ve eleştiri konusunda soldan sağa dönen yeni-muhafazakârlara Leo Strauss’un görüşleri bir dayanak olur. Strauss’a göre insanlar doğuştan farklı yaratılmış olup, tek başına bırakıldığında kendi çıkarını düşünen bir tabiata sahiptirler. Ona göre temelde akıl-din, felsefe-toplum arasında giderilmesi imkansız bir çatışma söz konusudur. Bu gerçeğin farkında olan klasik dönem yazarları, toplumu ayakta tutan halkın inanç ve geleneklerini sorgulamama konusunda titiz davranmışlardır. Toplumdaki mevcut değer ve inançları sorgulayan ve onunla ters düşen yaklaşımların iletişimi havas arasında batınî (esoterik) bir dil ile sağlanıyordu. İnsanları yönetmek de, aklı avama göre üstün olan havasın işiydi. Üstün olan elit grubun avamı yönetmesi ve hiyerarşik bir toplum yapısı doğal bir hal idi. Ayrıca kötülerin cezalandırılacağı, iyilerin ise mükafatlandırılacağı bir öte dünya inancı olmadan, avamın toplum çıkarlarını kendi çıkarlarına önceleyerek toplum için kendilerini feda etmeleri imkansızdı.
Strauss’a göre modern rasyonel, liberal ve seküler anlayış eşitlikçi toplum modelleri ile cahil halkı yönetime ortak ederek, sonu Hitler’e varan totaliteryen rejimlerin kapısını açmıştır. Aynı zamanda modern düşünce seküler, rasyonalist ve ütopik yaklaşımı ile avama bu dünyada cennetler vaat etmiş ve bunun gerçekleşmemesi durumunda da nihilist ve rölativist bir toplum ortaya çıkmasına neden olmuştur. Amerikan toplumundaki kültürel çözülmeyi bu nedenlere bağlayan yeni-muhafazakârların önde gelen temsilcilerinden Allan Bloom Amerikan Aklının Tükenişi isimli eserinde detaylı bir şekilde Amerikan liberal elitinin eleştirisini yapar.
Yeni-muhafazakârların 1970’lerde ve özellikle Reagan’ın başkan oluşu sonrası ağırlıklı olarak yoğunlaştığı bir diğer konu ise dış politikadır. Soğuk Savaş sırasında kızıl tehlike Sovyetler Birliği yeterli dış politika malzemesi sağlıyordu. Soğuk Savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin dağılıp uluslararası siyasette ABD’ye rakip ve düşman olmaktan çıkışı, dış politikasını dış düşman öcüsü üzerine dayandıran ABD’yi yeni arayışlara itti. Norman Podhoretz’in “Soğuk Savaş sonrası dış düşmanın kaybolması” endişesine, 1991’de Saddam’ın Kuveyt’i işgali ve peşinden I. Körfez Savaşı ilaç gibi geldi. Fakat yeni-muhafazakârların beklemediği bir şekilde Clinton’ın 1992 seçimlerini kazanması işleri biraz karıştırsa da, 1997’de hazırladıkları PANC (Yeni Amerikan Asrı Projesi) ile Clinton’ı birşeyler yapma konusunda uyardılar. Şaibeli 2000 başkanlık seçimleri sonrasında projelerin hayata geçirilmesi için Libya, Irak, Küba ve Kuzey Kore gibi “yaramaz ülkeler” Amerikan kamuoyunu iknada yetersiz idi. Sözde Müslüman fundamentalistler de Orta Doğu ve Afganistan’da kaldığı sürece uluslararası tehdit olarak algılanmıyorlardı. Soğuk Savaş dönemindeki kızıl tehlikenin yerini alacak yeşil tehlikenin uluslararası tehdit olarak algılanması için yakınlarda bir şeyler yapması gerekiyordu. 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a çarpan uçaklardaki adı Müslüman kişiler, yeşil tehlikenin ne kadar yakında olduğu hususunda Amerikan halkını ve uluslararası kamuoyunu ikna etmede harika bir malzeme sundu. Artık senaryonun uygulanmasına başlanabilirdi.
Fakat 11 Eylül hadisesi Üsame bin Ladin’in yaşadığı Afganistan’ı işgal ve Orta Asya’ya yerleşmek için bir gerekçe olmakla birlikte, ondan fazlasını sağlamıyordu. Orta Doğu’ya müdahale için eldeki Saddam malzemesi uluslararası kamuoyunu ikna etmede yeterli değildi. Burada yeni-muhafazakârların, “siyasette avama gerekirse yalan söylenebileceği” ilkesi uygulamaya konuldu. Saddam’ın “tüm dünyayı tehdit eden kitlesel imha silahlarına sahip olduğu” yalanı sayesinde, ABD Irak’ı işgal ederek Orta Doğu’da yeni bir üs kurma imkanı elde etti ve İsrail’in şu ana kadar yaptıklarına rahatça devam edebilmesini sağladı.
İsrail’in bölgedeki politikaları ile tamamen örtüşen bu operasyonların Amerikan çıkarlarını ne kadar yansıttığı, sorgulanması gereken bir durumdur. 25 Ağustos 2003’te Weekly Standard’da yazdığı yazıda yeni-muhafazakârlığın kurucusu Irving Kristol şunları söyler: “Geçmişte Sovyetler Birliği ve şu anda ABD gibi, kimliği ideolojik olan büyük uluslar, ulusal maddi çıkarlar yanında ideolojik çıkarlara da sahip olmak zorundadır... Bu nedenle, varlığı tehdit edildiğinde İsrail’i savunmamız kaçınılmazdır. Bu konuda karmaşık jeopolitik, ulusal çıkar hesapları yapmak gereksizdir.” BOP projesi ile bölgeye demokrasi yerine kaos getiren ABD’ye karşı olanların sayısı tüm dünyada yapılan kamuoyu yoklamalarına göre her geçen gün yükselmektedir.
Bunlar BOP ile Orta Doğu’ya demokrasi taşıyıcıları değil; düpedüz ABD’nin uluslararası hegemonyasının(!) ve İsrail’in güvenliğinin yeni-muhafızları olabilir ancak.
Paylaş
Tavsiye Et