RİVAYET oldur ki, İstanbul’un fethinden hemen sonra bazı sufî çevreler fethin kendi manevî tasarrufları sayesinde müyesser olduğuna dair kanaatlerini muhtelif mahfillerde dillendirmeye başlarlar. Durumdan haberdar edilen genç sultan rahatsızlığını gizlemez. Hiç şüphesiz genç Fatih için de manevî saik fetih için önemli bir etkendir; ancak her şeyin tek bir nedene indirgenmesi, kılıcın hakkının teslim edilmemesi doğru değildir. İndirgemeci zihniyet, bütünü, bizatihi insanı görmekten uzak olduğu için nazar’dan çok çatışma’ya yatkındır.
Hiçbir genelkurmay maddî savaş planında, yeşil sarıklılara, şehitlere ya da meleklere yer vermez; ancak bilinmelidir ki, her asker ölüme bir melekle gider. Yalnızca maddî güce dayanan ordular istilâcı olarak kalırlar; yalnızca manevî güce dayanan ordular ise helâk olurlar. Ordu oldur ki maddî gücü ile manevî gücü arasında birbirinin yerine ikâme edilemeyen bir âhenk kurmuş olsun. Bu mülâhazalarla genç Fatih, dönemin ünlü âlimlerinden, filozof-bilgin Fahreddin Râzî’nin torunu Musannifek’ten konuyu aydınlatıcı bir eser kaleme almasını rica eder. Musannifek, Hall el-rumuz ve keşf el-kunuz adlı eserinde sorunu maddî güç ile manevî şevk, düşünce ile duygu arasında tutarlı bir âhenk kurarak çözer.
Tarih, insanın irade-i akliyesine dayanan eylemlerinin tecessüm ettiği küllî bir zemindir. Bu nedenle tarihî bir olgu, cisimleşen bu iradenin, duyu, duygu ve düşünce cihetinden, tüm yönleriyle idrak edilmesini talep eder. Üç boyutlu bir olguyu, herhangi bir boyutunu ihmal ederek kavramaya çalışmak, idrak değil tatmin verir. Böyle bir tarih tasavvuru, bilgi değil mit yaratır; ortaya ilm-i tarih değil mitoloji çıkar. Gerçi modern dönemde tarih, ulus devletin mitolojisidir. Olabilir; yine de mitoloji, belirli bir nizama sahipse anlamlıdır, o milletin önünü açar; değilse tıkar.
Bu sorunu teşhis eden tarihçimiz, Ahmed b. Yusuf el-Karamanî (ö. 1019/1610), Ahbar el-duvel ve asar el-evvel adlı eserinde tarih ilmi’ni şöyle tanımlar: “Âlem’deki geçmiş(sâbık) olgular(kâinat) ile olaylar(hâdisat) hakkındaki ahbâr’dır”. Bu tanımda kâinat ile hâdisat kavramları yanında, belki de onlardan daha önemlisi ahbar’dır. Kadim nazarî felsefe-bilim geleneğimizi ifade eden Arapça, Arap dili değil, yarı-simgesel, mantıkî bir dildir. Onun için, Fregevârî bir deyişle, kavramların anlamları ile referansları iyi tayin edilmelidir. Ahbâr, haber’in çoğuludur. Haber içeren cümle, yani ihbârî cümle, yargı bildiren bir önerme’dir. Her önerme tasavvurlar/kavramlar ile tariflerden/tanımlardan oluşur. Tasavvur ve tariflerden oluşan önerme bir yargı’dır/kaziye’dir; bu nedenle haml-i vücûdî’yi içerdiğinden her önerme ister haricî ister zihnî bir konu’ya yine ister haricî ister zihnî bir durumu yükler, nispet eder. İhbârî önermeler, yani ahbâr, bir çıkarım süreci oluşturur; bu süreç de illete/nedene dayanır. Öyleyse ahbâr, nedenleri içeren yargılardır. Tarih bilimi, kısaca, sâbık kâinata ve hâdisata ilişkin illetleri/nedenleri veren önermelerden kurulan bir bilimdir. Nitekim Ahmed Karamanî, tarih kelimesinin sözlük anlamını nizam olarak verir. Nizam, kadim felsefe-bilim geleneğinde, teolojiye nispetle hikmet, metafiziğe nispetle illet, fiziğe nispetle sebeb olarak da adlandırılır. Öyleyse, tarihteki sâbık/geçmiş kâinat’ı ve hâdisat’ı araştırırken illet ve sebepleri iyi tayin etmeliyiz. Zaten bunu yapınca, kâinatı ve hâdisat’ı ilim ile Âlem’e dönüştürürüz. Ayrıca, hem tefekkür hem de aklın tertib/nizam anlamını içerdiği hatırlanırsa denilenler daha iyi anlaşılır. Bu nedenle, bir tarihî konunun bilgisinde maddî(duyu), manevî(duygu) ve fikrî(düşünce) nedenler beraberce dikkate alınmalıdır.
Giambatista Vico, “insanî bilginin nihaî amacı doğayı bilmek değil kendini tanımaktır” der ve ekler, “bu nedenle, eserlerimizin sınırları bilgimizin sınırlarıdır”. Doğa, Tanrı’nın; tarih ise bizim eserimizdir. İnsan doğanın değil tarihin illetlerini, kendi eseri olduğu için daha doğru bilebilir. Kaldı ki, doğa bile tarihîdir, çünkü süreçtir. Öyleyse, ne kadar zor olursa olsun, tarihe ilişkin illet ve sebepler yine insan tarafından bilenebilir. Ancak önce ne yaptığımız bilinmeli ki, nasıl ve niçin yaptığımız bilenebilsin. Ne’yi bilmeyenlerin nasıl ve niçin üzerinde konuşması hevâ ve heveslerini ne yerine koymaktan başka bir anlam taşımaz. Malumat’ın yanlış olduğu yerde de yorum’un sıhhati tartışılmaz. Bu çerçevede tarihî bir olgunun idrakinde maddî neden ne’yi, manevî neden niçin’i, fikrî neden nasıl’ı bilmeyi şart koşar.
Günümüzde, Türk tarihinin muhtelif safhaları ile değişik alanları hakkında kaleme alınan eserlerde, ya içi boş, hevâ ve heveslere göre doldurulmuş kavramsal şemalar ya da belirli bir şemadan yoksun malzeme yığınlarıyla karşı karşıyayız. Her şeyden önemlisi de bu tarihin başarılarının, illetleri ve sebepleri tespit edilmeksizin irrasyonel yani ait olduğu bütüne, tarihe nispeti mümkün olmayan kavramlarla açıklanmaya çalışılmasıdır. Bilmekten korkanlar, belirsizliğe sığınırlar; tarihten korkanlar da mite… Hâlbuki bir milletin geleceği korkuya, dolayısıyla mite dayalı inşa edilemez. Değil mi ki, İstiklâl Şiiri’miz “Korkma!” diye başlıyor.
Türk’ün İstiklal Harbi’nde, genel ilkelerini İstiklâl Marşı’nın verdiği başarısını anlamak, nedenlerini tespit etmek, 1040’tan bu yana süregelen ben-idrakini anlamayı şart koşar. Türklerin direnmesinin nedenleri ile bu direnişi mümkün kılan maddî, manevî ve fikrî zemini idrak her şeyden önce ilmî bir gayreti, ahlâkî bir ciddiyeti gerektirir. Kurtlar Vadisi gibi filmlerle vatan kurtaranların Türk tarih tasavvuru ancak ve ancak çılgın, gözü kara, sonunu düşünmeyen, yalnızca duygularıyla hareket eden gibi irrasyonel, bütüne, tarihe nispeti mümkün olmayan içeriksiz, boş kavramlardan kurulur. Türk’ü tanımaktan korkanlar, Türk tarihinden de korkarlar, belirsizliğe, müphemiyete sığınır, kılıcın hakkını unuturlar.
Türk’ün başına muhtelif sıfatlar getirerek kendi hevâ ve hevesini kavrama yedirmeye çalışmak, tarihî muhtevayı dikkate almaksızın tanımlamalarda bulunmak, gelecekte benzer bir durumla karşılaşan insanların hakikatlere değil mitlere sığınmasına neden olur. Çalışmanın yerini sığınma alınca sığınılan yerin pek bir önemi kalmaz artık.
Ünlü seyyah Marco Polo, Kubilay Han’a bir köprüyü taşlarıyla birlikte tarif edince, Han, bu kadar taş arasında hangi taşın köprüyü ayakta tuttuğunu sorar? Polo, tek tek taşların değil, onların oluşturduğu birliğin, bütünlüğün yani kemerin köprüyü ayakta tuttuğunu söyleyince, Han “Öyleyse niye sabahtan beri taşlardan bahsediyorsun! Önemli olan kemerse onu anlat!” diye çıkışır. Polo’nun yanıtı ise açıktır: “Ama taşlar olmadan kemer de olmaz”. Bu teşbihte, dikkat edilirse ne tek başına taşlar ne de tek başına kemer izah edilemez. İkisini bir araya getiren mana, yani vicdandır. Bir milletin vicdanı ise tarihidir.
Cahiller yani aklı dolaşıklar, milleti bir hedefe taşımaz, tarih içerisinde dolandırıp dururlar. Türk milletini bir hedefe taşımak, Türk tarihini maddî, manevî ve fikrî, bütün yönleriyle bilmeyi gerektirir. Tatmin eden övgü ve sövgü sizin olsun, idrak veren bilgi bize yeter.
Paylaş
Tavsiye Et