Kullanıcı Adı: Şifre    
   
  veya Üye olun | Şifremi unuttum
  Arama / Gelişmiş Arama  
   
Skip Navigation LinksArşiv (February 2004) > Dosya > Türkiye’nin 1960 öncesi ve sonrası Kıbrıs politikası
Dosya
Türkiye’nin 1960 öncesi ve sonrası Kıbrıs politikası
Mesut Özcan
KIBRIS konusunun Türk dış politikasında en kalıcı konu olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. İngiltere’nin eski sömürge imparatorluğunu sürdürmekten uzak olduğu anlaşılınca Kıbrıs’ta bağımsızlık yönünde talepler ortaya çıktı. 1956 Süveyş Krizi de İngiltere’nin Orta Doğu’da artık süper güç olarak var olamayacağını gösterdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye açısından önemli bir gündem maddesi olan Kıbrıs, 1960 yılında İngiltere’nin sömürgesinden kurtularak bağımsızlığını kazandı. Adada çoğunlukta olan Rumların Enosis yönündeki talepleri sonrasında Kıbrıs, Türk dış politikasında önemli bir yer işgal etmeye başladı.
Daha önceki dönemde Türkiye’nin iç ve dış siyasetinde pek yer bulamayan Kıbrıs’ın 1947’den itibaren gitgide öne çıkmasında, adada yaşanan gelişmelerden rahatsız olan Türkiye’deki Kıbrıs kökenli öğrencilerin gösterileri önemli rol oynadı. O dönemin Dışişleri Bakanı Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesinin olmadığını söylüyordu. Sovyet tehdidi nedeniyle Batı ittifakı içinde yer almaya ve NATO çerçevesinde bir politika oluşturmaya çalışan Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’la sorun yaşamamak için Kıbrıs konusunda bağımsız bir politika gütmüyordu. Bu dönemde Türkiye adadaki statükonun korunmasını istiyordu; ancak eğer statüko korunmayacaksa Türkiye’nin söz hakkı olması gerektiği görüşündeydi. Bu durum İngiltere’nin 1955 yılında Türkiye’yi soruna taraf yapmasına kadar devam edecektir.
1955 Ağustosunda soruna çözüm bulunması için Londra’da yapılan görüşmelerde Türkiye coğrafî yakınlığa, adadaki Türk varlığına, ada ile tarihsel, ekonomik ve kültürel bağlarına vurgu yaparak Kıbrıs’ın Türkiye için stratejik önemine işaret etti. Görüşmelerde adadaki statükonun devamından yana olduğunu; ama statüko değişecekse tarihî haklarının bulunduğunu ileri sürerek adanın Türkiye’ye bağlanması gerektiğini söyledi. Londra’daki bu görüşmeler sırasında Türkiye ilk defa Kıbrıs ile ilgili bir politik söylem geliştiriyordu. Görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı ve genel kanaat İstanbul’da yaşanan 6-7 Eylül olaylarının bu başarısızlıkta payı olduğu şeklindeydi.
1956 yılında meydana gelen Süveyş bunalımından İngiltere’nin ciddi bir prestij kaybıyla çıkmasının yansımaları Kıbrıs’la ilgili politika değişikliklerinde de kendini gösterdi. İngiltere daha önce reddettiği, Kıbrıs’a self-determinasyon hakkı verilmesi yönündeki teklifleri bazı şartlarla kabul ettiğini bildiriyor ve ada ile ilgili yeni öneriler getiriyordu. Bu yeni anayasa önerileri arasında adanın bölünmesi ihtimalinin de olması Türkiye tarafından olumlu karşılandı. Böylece Aralık 1956 sonrasında Taksim tezi Türkiye’nin yeni politikası haline geldi. Türkiye’nin Taksim tezini savunmaya başladığı bu dönemde Yunanistan da sorunu uluslararasılaştırma politikasına hız vermişti. Aynı dönemde İngiltere’nin Orta Doğu’daki rolünü ABD’ye terk etmeye başlaması yeni gelişmeleri beraberinde getirdi. ABD’nin NATO çerçevesinde soruna çözüm bulma girişimleri İngiltere’nin üslerinin garantiye alınması şartıyla adaya bağımsızlık verilmesi etrafında şekilleniyordu. Türkiye ise bu gelişmeden pek memnun değildi.
 
Zürih ve Londra Anlaşmaları
Bu dönemde adadaki Türk ve Rum cemaatler arasında çatışmalar arttı. Soruna bir an önce çözüm bulup aradan çıkmak isteyen İngiltere çeşitli plan önerileri ortaya koydu. Bu çatışmalardan ve Türkiye ile Yunanistan gibi iki NATO müttefiki arasındaki gerginliklerden rahatsız olan ABD, Kıbrıs ile ilgili girişimlerini ve bağımsızlık formülünün kabulü için baskılarını artırmaya başladı. Taraflar ABD’nin de baskısıyla bağımsız Kıbrıs fikrini kabul ettiler ve 1959 yılının başından itibaren bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması ile ilgili çalışmalar başladı. 6 Şubat 1959’da Zürih’te bir araya gelen Menderes, Karamanlis, Zorlu ve Averof 11 Şubat’ta ortak bir bildiri yayımladılar. Bu anlaşma ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atılıyordu. Bu metinlerin, adadaki iki toplumun temsilcileri ve İngiltere tarafından da imzalanması gerekiyordu. 19 Şubat’ta Londra’da imzalar tamamlanınca Kıbrıs sorununun çözümü için önemli bir adım atılmış oldu.
Sorunun Kıbrıs’ın bağımsızlığı yoluyla çözülmesinde Kıbrıs’taki tarafların isteklerinden daha çok Türkiye ve Yunanistan’ın NATO içi ilişkilerinin etkili olduğu dikkati çekiyor. İmzalanan bu anlaşma 28 Şubat 1959’da onaylanmak üzere TBMM’ye getirildi. Muhalefet daha önce taksim yönünde alınan meclis kararına atıfta bulunarak bu anlaşmayı eleştirdi. Anlaşma 4 Mart 1959’da TBMM’de onaylandı ve 16 Ağustos 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edildi.
1960 darbesinden sonra yönetime gelen ordunun Kıbrıs Cumhuriyeti ile ilgili politikasının nasıl olacağı merak ediliyordu. Ancak bu konuda eski politikadan ciddi bir farklılaşma ortaya çıkmadı. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra devletin yapısı şekillendirilirken taraflar arasında bazı sorunlar ortaya çıkmıştı. Bu sorunları gerekçe gösteren Makarios anayasada bazı değişiklikler yapılması gerektiğini söylemeye başladı. Bu çerçevede Küba füze krizi nedeniyle zor durumda olan Türkiye’nin taviz vereceğini düşünerek Kasım 1962’de Türkiye’ye bir ziyarette bulundu. Makarios’un bu yöndeki fikirlerine karşılık Türkiye’nin Kıbrıs’ta anayasanın tek taraflı olarak değiştirilmesini asla onaylamayacağı açıklandı. Anayasanın uygulanması ile ilgili diğer bazı zorluklardan sonra Makarios uluslararası alandaki gücünü kullanarak sorunu çözme yoluna gitti. Bu noktada anayasanın uygulanmasının çok zor olduğunu ileri sürdü ve 30 Kasım 1963’te 13 noktada değişiklik öngören bir teklifi İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye iletti. Türkiye buna şiddetle karşı çıktı. Aralık sonundan itibaren adadaki taraflar arasında silahlı çatışmalar gittikçe şiddetlendi ve Türkiye’nin bu konuda takınacağı tavır daha da önem kazandı. Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uçarken Türkiye gerekirse müdahale edeceğini duyurdu. Olayların tırmanması sonrasında İngiltere’nin davetiyle 15 Ocak 1964’te Londra’da bir konferans toplandı. Bu toplantıda Türkiye’nin tezini dile getiren Denktaş, 1960 çözümünün Türklerin güvenliğini sağlayamadığını ve fiilî güvencelere gerek duyulduğunu dile getirdi. Bunu sağlamak için yapılması gereken şey, coğrafî olarak ayrılmış ve zorunlu nüfus mübadelesi gerçekleştirilmiş iki toplumlu federatif bir yapının oluşturulmasıydı. Bu yaklaşım daha sonra Türkiye’nin resmi tezi haline gelecekti.
Adada huzurun sağlanması için NATO öncülüğünde bir barış gücünün oluşturulması kararlaştırıldı; ama Makarios bunu kabul etmedi. BM vasıtası ile soruna kendisi açısından daha uygun bir çözüm bulunacağını düşünüyordu. BM’de alınan karar sonrasında adaya barış gücü gönderildi. Bu dönemde Yunanistan’dan adaya gizli yollardan askerler girmeye başlamıştı; Türkler de direniş için önlem alıyordu. Türkiye ise adaya bir çıkartma yapabileceğini açıklamıştı. TBMM 16 Mart 1964’te hükümete, gerektiğinde Kıbrıs’a askeri müdahalede bulunma yetkisi verdi. Bundan sonra Türkiye’nin politikasını sertleştirmesine neden olan diğer bir önemli gelişme ise 4 Nisan 1964’te Makarios’un tek taraflı olarak garanti anlaşmasını feshettiğini açıklaması oldu. Türkiye’nin cevabı, hukukî bir anlamı olmayan bu kararı tanımayacağı şeklindeydi.
Türkiye’de Kıbrıs’a müdahale edilmesini isteyenler olsa da Başbakan İnönü buna pek taraftar değildi. Müdahale ile ilgili açıklamalar yapıyor ve ABD’nin olaya müdahil olarak sorunun çözümüne yardımcı olmasını bekliyordu. Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin Amerikalıların müdahale girişiminden haberdar olurlarsa bunu durduracaklarını belirtmesine rağmen, 4 Haziran 1964’te İnönü Ankara’daki ABD elçisi Hare ile yaptığı görüşmede Türkiye’nin adaya müdahalede bulunacağını bildirdi. Bu görüşmede İnönü ABD’nin verdiği garantilere ve adaya BM barış gücü yerleştirilmiş olmasına rağmen Türklere yönelik saldırıların durmadığını ve durumun gitgide kötüleştiğini söyledi. Türkiye’nin niyeti adanın bir kısmını kontrol altına almaktı. Yunanistan da diğer bir kısmına asker çıkarabilirdi. Büyükelçi Hare kendi hükümetine danışabilmek için Türk hükümetinden operasyonun 24 saat ertelenmesini istedi.
Bu noktadan itibaren Türkiye’nin operasyonunu engellemek için girişimlerde bulunan ABD’nin en etkili aracı Başkan Johnson’ın 5 Haziran 1964’te İnönü’ye gönderdiği mektup oldu. Johnson’ın mektubu Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesini engelledi; ama etkisi sadece Kıbrıs ile sınırlı kalmadı. Türk dış politikasında önemli değişimlerin oluşmasına zemin hazırladı. 1964’ten 1974’e kadar geçen süre içerisinde Türkiye adaya bir çıkarmayı mümkün kılacak hazırlıkları gerçekleştirdi. Bu dönemde 1967’de meydana gelen olaylar sorunu yeniden alevlendirdi. Rumların Türklerin kontrolündeki iki stratejik köy olan Boğaziçi ve Geçitkale’yi işgal etmeleri Türk kamuoyunda müdahale eğilimini güçlendirdi. Soruna görüşmeler yoluyla çözüm bulundu ve 1968 ile 1974 yılları arasında adada toplumlar arası görüşmeler gerçekleştirildi. Bu görüşmelerde bazı olumlu sonuçlar alındıysa da bir anlaşmaya varılamadı. Yunan cuntasının kontrolü altındaki subayların desteğiyle EOKA-B’nin 15 Temmuz 1974’te gerçekleştirdiği darbe sonrasında Türkiye 20 Temmuz 1974’te Garanti Anlaşması çerçevesinde adaya müdahale etti.
1967’den 1974’e kadar geçen dönemde Türkiye’de iktidara gelen farklı hükümetlerin politikalarının ortak yönü Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını korumak, Kıbrıs’ın tek taraflı olarak bir ülkeye ilhakını engellemek ve Türk toplumunun egemenlik statüsünün korunmasını sağlamaktı. Türkiye Kıbrıs’taki Türklerin azınlık statüsüne düşecekleri bir yöntemi kabul etmek istemiyordu. 1964’teki görüşmelerden itibaren dile getirilen iki kesimli, iki toplumlu (taksim) yapının oluşturulması ise temelde yatan felsefe olmaya devam etti. 1974’teki Barış Harekatı ile bu amaç büyük ölçüde gerçekleştirilmiş olsa da, bunu genel kabul gören bir çözüm haline getirmek mümkün olmadı.

Paylaş Tavsiye Et