TANPINAR, 1943’ün Koca Mustafa Paşa’sında dolaşırken bu semte dair “Hakiki manasında yeni olan bile tam manasıyla yaşamış görünür” der. Koca Mustafa Paşa’nın sokaklarında yeniyi eskiye bağlaya bağlaya dolaşan Tanpınar, kız çocuklarının “Arabistan buğdayları/severler sevgileri/Rumeli dilberleri!../kız seni almaya geldim” diyen seslerine takılır: “Ve daha kaç kız nesli, kadınlığın henüz tohum halindeki işvesini, çocukluğun fantezisiyle karıştırarak böyle kırıta kırıta birbirini ite çekişe onu söyleyecek, onunla eğlenecek, onunla büyüyecek ve bir gün olgun yaşın terbiyesi içinden, onu tekrar duyduğu zaman kendisini bir an çocukluğun cennetinde bulacaktı” der. (Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi) Şimdi okumakta olduğunuz satırların yazarı, Tanpınar’ın satırlarındaki çocukluğun cennetini buldu mu? O da bir zamanlar bu oyunun “Arabistan buğdayları/severler sevdiğini/kız seni almaya geldim/halini sormaya geldim” olarak oynandığına şahit olmuştu. Şahit olmuştu ama. Oynamamıştı…
Tanpınar, bu çocuk oyununun bundan muhakkak 150-200 yıl önce de var olduğunu söylerken ve geçmişin mekanlarında bu oyunun oynanışını hayal ederken; “Şimdi benim şartlarımı düşünemeyeceğim bir hayatın içinde yüz yıl sonra yine oynanacaktı” der.
Onu bir çocuk oyununun sürekliliğine inandıran nedir?
Çocuk oyunlarından zamanın ruhunu devşiren Tanpınar, hafızamın bir yerinde kayıtlı dururken Aşçı Dede’nin Hatıraları’ndaki “imamcılık” oynayan çocuğu bir defa daha okumak istedim: “Malum ya her çocuğun bir şeye merakı olur ve onunla oynayıp eğlenir. Bu asinin merakı da gerek evin bir köşesinde ve gerek bazen evin bahçesinde bir tarafa türbe resmi yapıp türbedarlık ederdim; yani ‘Burası türbedir, gelin ziyaret edin’ der idim. Ve ekseriya da çocuklara mahsus ufak bir beşiğim var idi. Onun üzerine bir şey örtüp ve beşiğin başına başımdaki fesi koyup iki ellerim üzerine alıp cenaze resmi yapıp oda kapısından içeri girer idim. Büyük validem Emine Molla ve halam Esma Hanım bağrışırlar idi. Bu asi onlara kulak vermeyip odanın etrafında cenaze elimde ‘filan ölmüş’ diye gezer idim. Nihayet beni döverek kapıdan dışarı atarlar ve beşiği elimden alıp saklarlar idi. Nihayet iki üç gün sonra yine beşiği bulup kemâ fi’s-sabık cenaze yapar idim ve bazen dahi başıma sarık sarıp imamlık ve müezzinlik eder idim. O zaman tahtadan minare yapıp satarlar idi. Gider ondan alıp eve gelip etrafındaki ufak kandilleri yakıp ezan okurdum. ‘Evde ezan okuma!’ diye yine döverler idi. Velhasıl bunlar ile oynardım işte azizim.”
İmamcılık oynayan bir küçük çocuk. Oyunun karşılığında dayak yemeyi göze alan bir çocuk!
Günümüzün çocukları ne ile oynuyor? Biz evcilik, okulculuk oynayarak büyüdük. Şimdikiler cadıcılık, buzda dans oynuyor. Geçen gün bir ilkokulun önünden geçerken şu maniyi duydum ve Tanpınar’ın “Arabistan buğdayları”nı bir daha hatırladım: “Çantamı aldım koluma/çıktım asfalt yoluna/ben bir subay beklerken/çöpçü de girdi koluma/ayakkabım toz atar/çöpçü bana göz atar/gözün kör olsun çöpçü/el âlem bize bakar.”
Kızlar neşe ile bu maniyi söylüyor, bir taraftan da kendi etraflarında dönüyorlardı. Çocuklar aynaların en sevimlisi ve elbette en eğlencelisi. Maninin sözleri “zamanın ruhu”na uygun olarak değiştirilse de oyunun mantığı Tanpınar’ın süreklilik ruhuna uygundu. Sürekliliği kesintiye uğratacak ve oyunun tarifini değiştirecek olay ile karşılaşmam bir akşam ziyaretinde gerçekleşti.
Misafir olduğum evde 14-16 yaşlarındaki üç kızın DVD seyretmek için ekran başına geçtiklerini gördüm. Yeni bir oyun. Kaç yaşından itibaren oynanıyor bu oyun bilmiyorum. Belki küçücük yaşlarda tekil olarak başlıyor da sonra zamanla grup oyununa dönüşüyor. Kızların anneleri de Aşçı Dede’nin büyük valideleri gibi memnun değildi kızlarının oynadığı oyundan. “Daha kaç kere seyredeceksiniz bu filmi?” dedi. Demek çocuklar bu filmi daha önce seyretmişti. Benim gibi tekrarlara mistik bir anlam yükleyenlerdenseniz (bir kitabı tekrar tekrar okumak, bir filmi tekrar tekrar seyretmek, bir hafta boyunca hep aynı şarkıyı dinlemek, bir yaz boyunca tek bir şiiri okumak gibi), meftun olursunuz bu üç genç kıza. Seyredecekleri filmi öğrenmek, mümkünse annelerini bırakıp onlarla film seyretmek istersiniz.
Karayip Korsanları’nı seyredeceklermiş. Eee olmaz şimdi, benim onlarla korsanlı bir filmi oturup seyretmem. Bari öğrenebilseydim neden bu kadar çok sevmişler. “Çok sevdiğimizden değil” dediler. Nasıl yani? Çok sevilmiyor ama tekrar tekrar seyrediliyor?
Roller paylaşılıyormuş. Hiçbir şey anlamadım. Anneleri uygulamalı olarak anlamamı sağladı. Genç kızlar seçmiş oldukları karakteri onunla birlikte oynuyordu. Yani daha ekrana düşmüş karakter repliğini söylemeden, ekranın bu tarafındaki gölge oyuncu tekrarlıyordu.
Seyreden ve seyredilenin yer değiştirmesi mi bu durum?! Oyuna dâhil olmak! Ekonominin gidişatına ve yeni dünya düzenine bile “oyun kuramı”nın eşlik ettiğini göz önünde bulundurunca, “oyun”lara stratejik bir anlam yüklemek gerekiyor. Hem stratejik hem felsefi. Çocukları ve gençleri tanıyabilmek ve tanımlayabilmek için “oyun”daki sürekliliklerine ve “yeni oyun kurma”daki becerilerine dikkat kesilmeliyiz velhasıl.
Yanlış oldu. Oyun kuramıyor gençler. Oyunları tekrarlıyorlar. İyi ya da kötü. Estetik ya da değil. Onlar açısından önemli olan, oyunun tekrarlanabilirliği. Gençleri anlayabilmek için buradan başlamak gerekiyor diye düşünüyorum.
Paylaş
Tavsiye Et