YENİ yıla Sezai Karakoç’un şiiriyle giriyorum. Yirmi iki yaşında bir üniversite öğrencisiyken yazmış “İnci Dakikaları”nı:
Sen bana yeni yılsın her dakika
Her dakika bir yaşıma daha giriyorum
Bir günde 1.440 yaşına giriyor şair. Hangi iktisatçının başını döndürmez ki bu hesap? Şairler bizi hep başa götürürler zaten. Emeklilerin şairi Behçet Necatigil aybaşına götürürdü, büyük saatlerin şairi Turgut Uyar yılbaşına. Sezai Bey zamanın başına götürüyor. Nobel ödüllü Fizikokimyacı Ilya Prigogine’in Moskova Bilimler Akademisi’nin duvarına kazıdığı şu cümle beni her zaman ürpertmiştir: “Time preceeds existence.” Zaman varoluşu önceler. Şairler de. Çünkü ezeli kaderleri, zamanın her parçasına dağıtılmış olmaktır!
Sen benim üstüne titrediğim güzel ve yeni
Saatim kadar saadetimin gözbebeği zamansın
Ben bin parçaya bölündüm her parçasında
Her parçasındayım kırkayak sesli boğuk arkadaşlığın
Çalkantısız Üniversitenin yalnızlığın ve ağlamanın
Şairler mitolojik varlıklardır. Bir tek şeyi görmemizi isterler ve dünyayı o tek şeyden ibaret görürler. İlkeldirler. Modernler bu kelimeyi biraz aşağılayıcı anlamda kullanıyor olsalar da, bu aşağılamanın kıskançlıktan kaynaklandığı aşikâr. George Santayana diyor ki: “İlkel insan, belki dili diğer sanatlardan önce geliştirdiği için, onu emsalsiz bir sarahat içinde hayatın belli başlı hadiselerini tasvirde kullanıyordu. Hayat bu hadiselerden ibaretti zaten. Samimi tutkuları vardı ve eşyayı bir tek bakış açısından görüyordu.”
Peki, modernliğe bu denli bulaştıktan sonra bizim ilkellikten alabileceğimiz bir şey var mı? Var, diyor Santayana: “İlk çağların havasından alacağımız bir nefes, tabiatımızı genişleteceğe, inceltegeldiğimiz dile bütün ihtişam ve doğruluğunu yeniden kazandıracağa benziyor.” İnsan dildir ve dili düzelmeyenin insanlığı eksik kalacaktır.
Tahripkâr Modernlik
On sekizinci yüzyıl İngiliz filozofu David Hume, dünyanın “muhtemelen fâni” olduğunu ve içindeki bütün nesnelerle beraber bir bebeklik, gençlik, ergenlik ve yaşlılık dönemlerinin olması gerektiğini; ve insanoğlunun bütün bu değişimlere katılacağını düşünüyordu. “Bunda anormal bir şey yok, insanlar binlerce yıldan beri benzer fikirlere zaten sahiptiler” demeyin hemen. Hume, düşüncesini şöyle tamamlıyordu: “Dünya ergenlik çağına ulaştığı zaman, insan türünün beden ve zihince daha güçlü olacağını, daha uzun yaşayacağını, neslini devam ettirmeye daha mütemayil ve bu hususta dahakudretli olacağını beklemeliyiz.” Bu ergenlik çağının geldiğini nasıl anlayacağız peki? Kıstas, bilimlerdeki ve beşerî özgürlükteki ilerlemelerdi filozofa göre. Bu ilerlemeler gün geçtikçe tabiatın daha ileri ölçüde insanoğlunun denetimi altına girmesini sağlayacaktı.
Aradan iki asır geçtikten sonra, Avrupalı filozofun torunlarından biri (Erich Fromm), dedesinin bu meşum hayalinin sonuna geldiğimizi haber veriyordu: Sanayi çağı başladığından beri insanları ayakta tutan umut ve güven kaynağı, sınırsız bir gelişmenin insana istediği her şeyi elde etme imkânını vereceği vaadiydi: Tabiat insanın hükmü altına girecek, sınırsız bir maddi bolluk insana mümkün en büyük mutluluğu getirecek ve kısıtlanmamış gerçek özgürlüğe ulaşılacaktı. İnsanlar teknolojinin gücüne dayanarak “en güçlü”, bilime dayanarak “her şeyi bilen” olacak; tabiatı malzeme olarak kullanıp ikinci bir dünya meydana getireceklerdi. Fromm, bu “gelişme dini”nin yeni bir dünyanın imarından ziyade, eldeki dünyanın yıkımına yol açtığını, çünkü mülkiyetçi, bencil ve hazcı bakış açısının başka bir sonuç vermesinin mümkün olmadığını söyleyerek, üç şairin yaklaşımından doğanın akıbetini tahlil ediyordu.
Japon şair Matsuo Başo’nun (1644-1694) çiçeklere bakışı, sadece bakmak ve görmekten ibaretti:
Dikkatlice bakacak olursam,
Çalılıklar arasından görüyorum onları,
Çiçek açan nazunaları.
Ondan bir asır sonra, Alman şair Johann Wolfgang Goethe (1749-1832) yıkımla sona ermeyen bir sahiplik peşindeydi. Hem çiçeği yok etmek istemiyor, hem de ona sahip olma isteğinden vazgeçmiyordu:
Sonra gölgeler arasında/
Bir çiçekçik gördüm,
Yıldız gibi parıldayan/
Bir göz gibi gülümseyen.
Koparmak isterken onu/
İncecikten dile geldi:
Solup ölmemi mi istiyorsun/
Tutup kopararak beni?
Onu kökleriyle beraber/
Hiç incitmeden çıkarıp
Güzel evin başındaki/
Büyük bahçeye taşıdım.
Büyük, sakin bahçede/
Ektim onu yeniden
Şimdi o güzel çiçek/
Büyüyor durmadan,
açıp gülerek.
Goethe’den yarım asır sonra yazan İngiliz şair Lord Alfred Tennyson (1809-1892) ise, ne kadar mistik bir hava içinde olursa olsun, mutlak sahiplik peşindeydi:
Çatlak duvarlar arasındaki
güzel çiçek
Seni o çatlakların arasından
alacağım,
Tüm köklerinle birlikte elimde
tutacağım.
Küçük çiçek eğer anladığım
gibiyse her şey,
Köklerin, yaprakların ve
çiçeklerinle
Bir bütün olan sen,
Tanrı’nın ve insanın ne olduğunu
Açıklıyorsun bana.
Evet, (a) çiçeği uzaktan, tabiatın bir parçası olarak seven, ona yaklaşmaya bile kıyamayan; (b) onu koparıp “kendi bahçesinde” yeniden yetiştiren, böylece “ötekiler”in onu sevmesine imkan vermeyen, en azından bu imkanı kendi iznine tabi kılan; (c) kendisine ilham ettiği yüce duygu ve düşüncelere rağmen, çiçeği düpedüz koparıp yok eden üç anlayıştan en yıkıcı olanı modern medeniyetin ruhunu en iyi ifşâ edenidir. Mustafa Kutlu’nun huzursuz bacağını tıklatan bu doğa düşmanı anlayışı bertaraf etmedikçe ilkel adam bize küs kalacaktır.
Aletlerin Egemenliği
Buraya kadar anlatmaya çalıştığım “gerçekler”i anlamayacak hiçbir Allah’ın kulu yoktur aslında. Her akıl ve vicdan sahibi insan, bu tahripkâr yaklaşımın torunlarımıza maliyetini hesap edebilir. İlkel kafayı (kalbi mi yoksa?) anlasak, şöyle derdik: Tabiatı dedelerimizden miras değil, torunlarımızdan ödünç aldık. Borcumuzu en güzel şekilde ödememiz gerekir. Bizi bu bilinçten ve o yüksek ilkel kavrayıştan yoksun bırakan, enformatik cehaletimizdir. Nabi Avcı’nın Enformatik Cehalet’inden bir söz hatırlıyorum: Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil, Die Informazion’u yazardı. Herkesin dilinde enformasyon kelimesi, fakat herkes gene de koyu bir cehalet içinde. Nasıl bir iş bu? Ünlü National Geographic dergisi unutulmaz sayılarından birini bu konuya ayırmıştı (Ekim 1995). Derginin kıdemli yazarlarından Joel Swerdlow’un tahlilini, Teknopoli yazarı Neil Postman’ın görüşleriyle harmanlamak istiyorum:
Ray Bradbury, televizyon ve bilgisayarların henüz gün ışığına çıktıkları 1950’lerin başlarında yazdığıFahrenheit 451 başlıklı romanda insanların elektronik ekranlarla haşır neşir oldukça okumaktan koptuklarını resmediyordu. İtfaiyeciler kitapları yaktıklarında son derece mutluydular. “İnsanları ‘tutuşmaz verilerle’ tıka basa doldurun” diyordu itfaiye müdürü, “Lânet olası ‘gerçekleri’ o kadar kafalarına tıkın ki, dolu dolu olduklarını hissetsinler. O zaman düşünmekte olduklarını hissedeceklerdir; hareket etmedikleri halde, hareket etmekte oldukları duygusuna sahip olacaklardır.”
Bradbury’nin romanı artık çok uzak bir geçmişi anlatıyor değil. Bilgisayar kapasitesindeki genişleme ile televizyon ve bilgisayarlar sayısal ses, görüntü ve metin akımlarına dönüşerek insanları enformasyonla tıka basa dolduruyorlar. Enformasyon teknolojilerinin bizi nereye götüreceğini kestirmek mümkün değil. Kasdedilmeyen Sonuçlar Yasası bütün teknolojik devrimleri yönetiyor. Koyu dindar Johannes Gutenberg 1438’de elyazması İncil’lerin daha ucuz yolla çoğaltılabileceği bir yol arıyordu. Fakat hareket edebilen daktilosu okuma yazmayı yaygınlaştırınca, din-karşıtı bilimsel bilginin ilerlemesine ve Sanayi Devrimi’nin meydana gelmesine zemin hazırladı. Ve insanlar İncil’den her geçen gün biraz daha uzaklaştılar!
Neil Postman, Teknopoli başlıklı kitabında kültürleri üçe ayırıyor: 1. Alet kullanan kültürler; 2. Teknokrasiler; 3. Teknopoliler. Alet kullanan kültürlerde teknoloji özerk değil, her adımda kültür tarafından yönlendirilmektedir. İnsanların ne yapmaları ve ne/nasıl düşünmeleri gerektiğini teknoloji değil, teoloji buyurmaktadır. Mesela, Papa II. Innocent “Ölüm Yayı” denilen öldürücü aletin Hıristiyanlar’a karşı kullanımını yasaklayabiliyor, Japonya’da bir samuray uzun ve kısa kılıçlarından “kullanım alanları dışında” yararlanamıyordu.
Teknokraside ise aletler kültüre saldırmaya başlar. Mesela, saat yeni bir zaman anlayışı getirir. Matbaa, şifahi gelenek epistemolojisine bir hücumdur. Teleskop, Yahudi-Hıristiyan teolojisinin temel önermelerini reddetmeye yol açar. Bununla beraber, teknokraside hâkim kültür hâlâ bir önceki dönemin kültürüdür. Aletleri geliştiren insanlar, hâlâ teolojinin kanatları altındadırlar. Teknopolide ise kültür değil, aletler egemendir.
Aletlerin egemenliği yeni bir gerçeklik demektir, sanal gerçeklik. Sanal cemaat, sanal yolculuklar, sanal aşk. Bu gerçekliği en iyi resmeden romanlardan biri William Gibson’ın 1984’te yazdığı Neuromancer’dir. “Sanal hayat” fikrine öncülük eden bu romanın yazarı, elektronik iletişimin insanlara bir duyusal genişleme alanı açtığını, yerlerinden ayrılmadan birçok şeyle ilişki kurabildiklerini söylüyor. Ne var ki, sanal gerçeklik bizim fiziksel gerçekliğimizi ancak genişletebilir, onun yerini alamaz. Başka insanlarla doğrudan teması ima eden skin (deri) karşı hareketi daha şimdiden mesafe kaydediyor. İnsan tabiatı, elektronik iletişimle gelen ayniyete direniyor. Fakat itiraf etmeliyiz ki beşer gücü, enformasyon teknolojilerinin iktisadi ve siyasi hayatımıza biçim vermesini kontrol etmede de giderek zorlanıyor.
Ağlayabilen Kahraman Olmak
Aletlerin ve aletleşmiş insanların egemenliği altında yeni bir miladi yıla giriyoruz. Çinliler Çin takvimine, Müslümanlar Hicrî takvime göre yılbaşı kutlasalar da, hâlâ dünyaya egemen olan, Hıristiyan usulü kutlamadır. Fakat ne yazık ki, bu kutlamanın kutsal özü boşaltılmış, içeriksiz hale getirilmiştir. Roma paganizmi Katolikliği esir aldı, kapitalizm Protestanlığı. Henri-Frederic Amiel, 160 yıl önce, kapitalist maddeciliğin Hıristiyan ruhlara egemenliğini şöyle tasvir ediyordu: “Kurtuluş, ebedi hayat, uluhiyet, insanlık, tevbe, tenasüh, yargı, şeytan, cennet ve cehennem: Bütün bu inançlar o kadar maddileştirilip kabalaştırıldı ki, bize derin bir anlamı olan ama şehevî bir tarzda yorumlanan şeyler olarak sunuluyor.”
Yılbaşı kutlamaları şehvet ve çılgınlığın putlaştırılması oldu. Kalbi olan Hıristiyanlar başından beri bu sapmanın farkındaydılar. Şair ruhlu Amiel (1821-1881), 1 Ekim 1849’da günlüğüne şu notları düşüyordu:
Dün Aziz John İncili’ni okuyup notlar aldım. Şu inancımı teyit etti ki, Hz. İsa hakkında başkalarına değil, onun kendisine inanmalıyız; yapmamız gereken şey, onu bize ulaştıran ve ulaştırırken az çok değiştiren bütün o prizmatik kırılmaların arkasındaki hakiki tasviri keşfetmektir. Kurtarıcı’nın “Öldüren, kelimelerdir” beyanından, ölü bir sembolizme başkaldırısından tam 19 asır sonra hâlâ yaşayan akıl almaz miktardaki Yahudilik ve şekilcilik karşısında şaşkınım. Yeni din o kadar derindir ki bugün bile anlaşılmıyor ve Hıristiyanların çoğuna zındıklık gibi geliyor. Hıristiyan cüreti ve Hıristiyan serbestliği yeniden elde edilmelidir. Sapkın olan, görüş bozukluğuna düçar olan, yüreksiz olan Kilise’dir.
Kilise’yi yüreksiz bulan Amiel, “Kahraman olmalıyız” diye haykırıyordu: “Kahramanlık, ruhun et üzerindeki muhteşem zaferidir; yani, korku üzerindeki: Açlık korkusu, ıstırap korkusu, iftira korkusu, hastalık korkusu, tecrit ve ölüm korkusu. Kahramanlık olmadan ciddi dindarlık olmaz.” Amiel bu cümleleri muhtemelen gözyaşlarına boğulmuş bir halde yazıyordu. Nitekim Sezai Karakoç da şiirinin sonlarına doğru ağlamaklıdır:
Erkek ağlar mı diyeceksin
Hayberin kapısı ağlar mı erkek ağlar mı
Ben yel gibi erkekler ağlar diyorum
Bir dakika ağlar yılbaşı dakikasında
Sen benim ağlamamı erkekliğime
Uyanan ölmeyen yenilenen
Azgın kışlar içinde keskin baharlar bulan
Seni bulan yeniden bulan tekrar tekrar bulan
Erkekliğime say.
Ağlayabilen kahraman, muhtaç olduğumuz o ilkel önder, modernliğe isyanıyla bize ideal şehri geri getirecek yegane varlıktır:
Öyle bir isyan şiiri var ki ben onu yakalayacağım
Bu yunan şehrinin düzenini öper ve yalvarırım
Şehrin ölümünü yanlış anlama
Gözleri kör oldu doğrudur ama o kadar
Ve şehrin gözlerini geri verme dakikalarıdır bu yılgın çanlar.
Paylaş
Tavsiye Et