ULUSLARARASI ilişkiler, siyasi birimlerin (ulus-devlet, imparatorluk vs.) ve yapıların oluşturduğu bir uluslararası sistem dâhilinde cereyan eder. Siyasi birimler kendi menfaatlerine uygun bir düzen meydana getirmek için mücadele verirler ve uluslararası alanın inşasına maddi ve kültürel imkanları dahilinde etki ederler. Sahip olunan bu imkanlar bir siyasi birimin uluslararası alanda neler yapmak isteyeceğini ve neler yapabileceğini belirler. Siyasi birimin neler yapmak istediği kendine nasıl bir anlam yüklediğiyle yani vizyonu ve kimliğiyle ilişkilidir. Neler yapabileceği meselesi ise siyasi birimin sahip olduğu maddi yani askerî, ekonomik ve diplomatik güçle alakalıdır. Bu iki unsurun kombinasyonu uluslararası ilişkilerde farklı tiplerde aktörler meydana getirir: 1) güçlü kimliğe ve yüksek maddi güce sahip aktör, 2) güçlü kimliğe sahip fakat maddi güç açısından zayıf aktör, 3) yüksek maddi güce sahip fakat kimlik açısından zayıf aktör ve 4) hem maddi güç hem de kimlik açısından zayıf aktör. Siyasi aktör olmanın akıp giden siyasi süreçlerde bir değişiklik meydana getirmek olduğunu hesaba kattığımızda, 1 numaralı aktör uluslararası düzene en fazla etkiyi yaparken, 4 numaralı aktör pek bir etkide bulunamaz. 2 numaralı aktör sağlam vizyonuna rağmen sistemi etkileyecek yeterli güce sahip değilken, 3 numaralı aktör vizyonsuzluk yüzünden potansiyelini gerçekleştiremez.
Uluslararası sistemin diğer önemli bir unsuru ise uluslararası yapılardır. Uluslararası yapılar, siyasi birimler arasında askerî-ekonomik-politik güç dağılımına dayanan maddi ve meşru siyasi yapılanmanın nasıl olması gerektiğini belirleyen kültürel boyutlara sahiptir. Maddi boyuta baktığımızda, uluslararası sistemin bir güç temerküzünün bulunmadığı mutlak anarşik düzenden (mesela Roma İmparatorluğu sonrası Avrupa), gücün tek bir merkezde toplandığı ve sistemdeki diğer tüm aktörlerin kontrol altında bulunduğu hiyerarşik düzene (Avrupa’da Roma İmparatorluğu dönemi) uzanan şekillerde organize olduğunu görürüz. Anarşi-hiyerarşi doğrusunun bu iki uç noktası arasında 1) gücün tek bir siyasi merkezde toplandığı fakat sistemin tamamının kontrol altında olmadığı tekli-hegemonik düzen (Soğuk Savaş sonrası Pax Americana), 2) gücün iki merkezde toplandığı ve sistemin değişik bölgelerini kontrol eden iki siyasi birimin olduğu ikili-hegemonik düzen (Soğuk Savaş dönemi) ve
3) ikiden fazla hegemonik gücün olduğu çoklu-hegemonik düzen (1815 Viyana Kongresi sonrası Avrupa) vardır. Kültürel boyutta ise partiküler siyasi birimleri (ulus-devlet gibi) meşru gören yapılardan daha kapsayıcı ve evrensel siyasi birimleri meşru gören yapılara (imparatorluk) uzanan bir düzen karşımıza çıkmaktadır. Ulus-devletlerin oluşturduğu sistemlerde ilişkilerde egemenlik ve eşitlik, imparatorluklarda ise kapsayıcılık ve hiyerarşi esastır.
Bu kavramsal çerçeveden günümüz uluslararası ilişkilerine baktığımızda, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin liderliğinde ortaya çıkan tekli-hegemonik maddi yapıların özellikle ekonomik alanda yaşanmakta olan güç kaymalarıyla yerini ABD, AB, Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi 1 numaralı ya da bu yönde ilerleyen aktörlerden oluşan çoklu-hegemonik bir düzene bırakmaya başladığını görüyoruz. Bu durumun başka bir boyutu ise kadim medeniyet havzalarında bölgesel ekonomik ve siyasi bütünleşme faaliyetleriyle (özellikle Avrupa ve Doğu Asya’da) fitillenen daha kapsayıcı ve geniş siyasi birimlere doğru yol alınması. Bu gelişme, mevcut uluslararası sistemin kültürel altyapısını oluşturan partiküler ulus-devlet düzeninin değişiminin habercisi. Günümüz uluslararası ilişkileri, Batı medeniyetinin küresel hegemonyasından önceki birçok medeniyetten oluşan uluslararası düzene geri dönüşü simgeler nitelikte. İletişim, ulaşım ve diğer teknolojik gelişmelerin toplumlar arasında karşılıklı bağımlılığı ve etkileşimi arttırdığı küresel stratejik şartlarda dünyamızın, 16. yüzyılın uluslararası siyasi yapılanmasına dönüş yaptığını söylemek mümkün.
Bu dönüşümler devletlerarası ilişkileri de etkiliyor. Türk-Amerikan ilişkilerinde 1 Mart Tezkeresi’nin ardından başlayan gerilimli süreç buna iyi bir örnek. Gerilim yaşanması iki ülke ilişkilerinin tarihinde ilk defa gerçekleşen bir durum değil. Daha öncesinde de Kıbrıs, Ermeni meselesi, Kürt sorunu ve haşhaş üretimi gibi nedenlerle ilişkiler bozulmuştu ve bu sorunlardan bazıları halen etkinliğini devam ettirmekte. Çarpıcı olan, iki ülke ilişkilerinde gerilime yol açan temel nedenin 1 Mart Tezkeresi öncesinde ve sonrasında birbirinden farklı olması. 1 Mart öncesi dönemde gerilim, Türkiye’nin Batı’nın çıkarları ve kendi ulusal egemenliği çatıştığında nasıl bir tercih yapacağı noktasında düğümleniyordu. Yani Türkiye’nin kendisi ya da iç politikasındaki sebepler ilişkilerin gerilmesinde etkiliydi. 1 Mart Tezkeresi sonrası dönemde Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasi dönüşümle birlikte bu durumun değiştiğini görüyoruz. Kuruluşundan itibaren kendisini Batılı bir ulus-devlet olarak inşa etme çizgisinde hareket eden Türkiye, bölgesel ve uluslararası düzeni ilgilendiren meselelerde genel hatlarıyla Batı’nın çıkarlarını takip etti. Günümüzde ise bölgesel ve uluslararası düzeni ilgilendiren konularda çıkarlarını artık Batı’ya göre değil, kendini “merkez ülke” olarak gören ve buna uygun vizyon çizen bir ülke olarak tanımlamaya çalışıyor. Başka bir ifadeyle, uzunca bir süre 3 numaralı aktör özelliği gösteren Türkiye, son yıllarda 1 numaralı bir aktör olma yolunda uluslararası alana “kendi adına” müdahale ediyor. Bu, Türkiye’nin sistemin hegemonik gücü olan ABD ile ilişkilerini yeniden tanımlaması ve nüfuz alanlarının çakıştığı noktalarda yeni bir “güç paylaşımı”na gitmek istemesi anlamına geliyor. Buna karşın, şu ana kadar ABD bunu anlamak ve kabul etmek noktasında pek de gönüllü davranmadı. Yine de Türkiye mevcut dış politika anlayışını devam ettirerek ve yeni kartlar açarak ABD’nin bunu kabullenmesini sağlayabilir.
Sonuç olarak, Barack Obama ile ABD uluslararası sistemde yaşanan bu değişimi görüp, ilişkilerini Türkiye de dâhil olmak üzere birçok devletle yeniden tanımlamak zorunda. Obama şu ana kadar yaptığı açıklamalarda ABD’nin karşı karşıya olduğu bu sistemik baskının farkında olduğunun ve çok-katılımlı bir düzenin inşasına olumlu baktığının sinyallerini verdi. Bush yönetimi bu gerçeği görmezden gelerek ABD’nin kozlarını heba etmişti, Obama ile ABD’nin bir yandan diğerlerine sistemde yer açma diğer yandan da bu yeni düzende en tepede kalma çerçevesinde hareket edeceğini söylemek mümkün.
Paylaş
Tavsiye Et